27 Aralık 2009 Pazar

hınç-al


Son yazıda Hıncal'ın saldırılarına değinmiştik. Bir dahaki yazıda da konuya devam edeceğimizi eklemiştik. Olmadı, ara verdik fazlasıyla, bu arada biz Hıncal'ı da izlemez olduk, e bu da yürek meselesi, yetmiyor yani bazen. Hazreti dinlemek Süleyman sabrını da gerektirebiliyor.
Bu sebeptendir ki söz verdiğimiz yazı gecikti, gelmedi.
Hasretle beklediğinizi biliyorum: ))

Bizim Gencer(çapa) "baba olacağım" heyecanına kapılıp "doğum" hazırlıklarına başlayınca ihmal etti yazılarını, yoksa bu kadar boşluk vermek prensiplerimiz dışında: )) Bir de ana sayfamız kaplanpenche olunca futbolinka sayfası hak ettiği güncellemenin uzağında kaldı biraz.
Neyse, arayı kapatırız nasıl olsa.
Yazıyı kapatmadan Kaan Arslanoğlu'nun "Politik Psikiyatri" kitabından Hıncal'a dair bir iki saptamadan alıntıya yer verip içimizi biraz da olsa soğutmuş oluruz böylece: ))
____________________________
"Buluşlarının, kendine özgü yaklaşımlarının şöyle biraz dikkatlice incelenmesi, onda başlangıçta büyüsüne kapıldığınız özgün havanın hayli dar bir hacimde esip durduğunu görürsünüz...."

"Teatral bir havada büyük bir buluşmuş gibi, konuya birdenbire girilmiş bambaşka bir açılımmış gibi sunulan ve her programda birbiri peşi sıra birçok örneğini gördüğünüz fikirler nadiren orta düzeyde bir derinlik taşır, genelde son kertede yüzeysel akıl yürütmenin sonucudur..."


"Uluç aynı zamanda bir yaşam yazarıdır. Kadından ve güzellikten anlar. Güzellik yarışmalarının jürilerinde yer alır. İncelikle, estetikle, güzel giyimle, güzel yemekle, güzel mekanlarla ilgili her şey onun ilgisi ve uzmanlık alanının içine girer. Bu yüzeyde estetik, elbette o yüzeyde estetiğin altındaki derin yozlaşmayla ve yozlaşmanın nedenleriyle ilgilenmez."

"Kendini iyi pazarlayabildikten sonra 'seçkinci' boş muhabbetle yazar olarak, yorumcu hatta entelektüel olarak nerelere gelinebileceğinin bir örneğidir Uluç ve 'geyik muhabbetiyle' tatmin olan sıradan insanlarda bu yönde özlemleri kışkırtan bir idoldür..."
___________________________
Tam bu noktada bize susmak düşer. İşin uzmanı diyeceğini demiş zaten.

Bakınız: Adam Yayınları/Politik Psikiyatri/Kaan Arslanoğlu/sayfa 202-205

28 Kasım 2009 Cumartesi

hınç

Rejkaard apar topar Hollanda'ya gitti
Takımın başında Neeskens kaldı
Arda, Keita, Kewell ilk 11'deydi
Ama Nonda ve Keita yan yana değildi dendi
Arda, Keita ve Kewell' rağmen GS forvetsiz çıktı dendi
70'te oyuna giren Elano ? işareti aldı
Galatasaray yenildi
ve
Hıncal'a gün doğdu
Şenliğin olsun üstad(?)
Bu sonuç bayramdır sana
hadi devam aynı cümleyi 5 farklı vurguyla söylemeye
o cümleciğe, jestlerle, derin anlamlar(?) yüklemeye...

26 Kasım 2009 Perşembe

bjk ve galibiyeti


En ikiyüzlü camia galiba futbol medyasıdır.
Yoksa ikiyüzlü sözcüğü az mı gelir.
Gerçi yıllardır tanık olduğumuz sahneler bunlar.
İyiyken kralsın, "sör"sün, imparatorsun...
Sonra...
Sakın tökezleme,
Çünkü orada alem biraz farklı, tökezleyeni...

Beşiktaş dün tek atışla M.U.'yu devirdi.
ve düne kadar yerden yere vurulan M. Denizli ve BJK şimdi nasıl tarif ediliyor, sadece 3 gazeteden alıntılar yapacağım bunu görmek için.
*M.U.'yu devirip apoletini taktı
*Sir Kartal
*Beşiktaş karizma çizdi
*Mustafa vizyonda
*Çaresiz hissettirdiler
*Taraftarlarını sevinçten ağlattılar (ama taraftar ki tüm takımı ağlatmıştı yönetimiyle, başka şekillerde..)
*Alın size Türk lokumu
*Destan
*Rüştü gibisi dünyada yok
*Tarihin hocası
*Gurur gecesi
*Bu sir başka sir
*İngiliz anahtarı
*Yenip tarihe geçti
*En büyük sör bizim sör
*Bravo size
*Unutulmaz bir ders verdi
*Tarih yazmak ne güzel
*O uçakta olmak istedim (dönüş uçağı için diyor Ercan Saatçi)
*Türkiye'ye gurur verdiniz(bunu da Başbakan diyor.)

Buna benzer şeylerle doludur o spor sayfaları, köşeleri.
Ama bu iş bir sonraki maçta tam tersine dönebilir.
Kimse "sör"lüğünü ilelebet sanmasın buralarda. Mustafa Denizli bunun keyfini birkaç gün sürsün. Beşiktaş futbolcuları, başkanı biraz sevinsin. Birkaç gün...
Çünkü ilk fırsatta paçalarından aşağı alınacaklardır bu sektörün vampirleri tarafından.
Hıncal ve türevleri alesta vaziyette çünkü.
Çünkü felaketten nemalanan bir güruh var karşılarında.
Fotoğraf Hürriyet'ten

Bir sonraki yazıda Hıncal trajedisi ve Rikart mevzusunu konuşmak üzere...

6 Kasım 2009 Cuma

mehmet topal ve pique

Barcelona'da Messi'nin sağ bekte kayarak topu rakibinden çaldığını ya da Henry'nin Puyol'un kademesine girdiğini gördünüz mü? Hatırladığınız sahnelerin sayısı beşi geçer mi? Peki Rijkaard “top sizin ayağınızdayken gol yeme şansınız sıfırdır ve her an gol atabilirsiniz” diyen Cruyff'tan farklı mı düşünüyordur?

Liberosuz oynatıyor diye Hiddink'i kovmuştuk, sonra Hıncal ağamız buyurdu Lucescu'nun arkasına teneke bağladık. Sırada Fenerbahçe'ye çeyrek final oynatan Zico vardı. O'nu da tek forvet, çift forvet geyiğine meze yaptık … ama doymadık. Son atasözümüz de fazla gecikmedi: Rijkaard ve B planı.

Sizleri bilmem ama ben A planından memnun olanlardanım. İşleyişte aksaklıklar olabilir ve olacaktır da. Unutmadan Rijkaard'lı Barcelona da ilk sezonunda 14. sıraya kadar gerilemişti ve fakat burası Türkiye. İlk senesinde takımı Türkiye ve Avrupa'da şampiyon yapmayan futboldan anlamıyordur. A planı hakkında Uğur Meleke haftalardır Galatasaray'ın topu yana ve geriye oynayıp eveleyip gevelediğini, Mehmet Demirkol ise Fenerbahçe'nin bir, Galatasaray'ın dört Alex'le oynadığını, takım savunmasında tüm yükün gerideki altılıya kaldığını yazdılar. Bense problemin ne pas oyununda ne de hücuma dönük oyuncu sayısının çokluğunda olduğunu düşünüyorum. Cruyff'la aynı futbol dilini konuşan Rijkaard'ı getirmek, model oyun olarak Barcelona'yı almak demekse eğer, Henry, İbrahimoviç ve Messi de kendi yarı alanlarına çekilmiyorlar. Tersine, bu problem defans oyuncularının daha fazla hücum etmesi, defans oyuncularının hücum oyuncularına yakın oynamasıyla çözülüyor. Rakibin hızlı hücumlarının ve geniş alan bulmasının engellenmesinin yolu da topun sürekli Barcelona da kalmasından geçiyor.

Galatasaray'a dönersek sorun, topun sarı kırmızılılarda kalması gerektiği kadar kalmaması. Servet, Gökhan ve Emre'nin oyun kurma bir tarafa basit paslaşmaları bile çok zayıf. Son Sivasspor maçında Mehmet Topal oyunu başlatabilmek için o kadar geriye çekildi ki üçüncü stoper gibi oynadı. Orta sahada ise Ayhan belki alt yapı temelinden belki de yaşından kaynaklı tek top oynayamıyor. Mutlaka topu alıp, topu sürmesi, sağa sola çekmesi gerekiyor. Böyle olunca da takım günümüz futboluna ters bir şekilde savunmacılar ve hücumcular şeklinde ikiye bölünüyor, sonra da orta sahada kaptırdığı toplardan golleri yiyor. Oysa Mehmet Topal savunmaya çekilse takımın pas yüzdesi artar, takım geriden sağlıklı ve daha çabuk oyun kurabilir, Mehmet defansı orta sahaya yaklaştırır, topa sahip olma oranı artacağı içinde rakibe verilen kontratak sayısı azalır. Peki riskler nelerdir? Galatasaray'ı kendi yarı alanına hapseden takımlara karşı Mehmet pozisyon hataları yapar ama böyle takımlardan toplasan sekiz tane çıkmaz, onlar da zaten şampiyonlar liginde. Orta sahaya ise transferden başka yol yok gibi duruyor. Ekşi sözlük ahalisinin bile ‘mastürbasyon yapsa kesin Aids olur' dediği Linderoth'tan umudu kestik. Pellegrini ile sorun yaşayan Guti yaşına rağmen ilaç olur ama bakalım Haldun Üstünel sefere çıkar mı çıkmaz mı.

30 Ekim 2009 Cuma

hoşçakal


Maç başlamadan önceki görüntüleri gördükten sonra kim Galatasaray’ın o maçı kazanabileceğine inanıyordu? Christian koşarken Arda’ya hafiften omuz atıyor, Arda da hemen onu itip üzerine yürüyor. Sağ elini sallarken bir taraftan da sıralıyordu muhtemelen, ‘sen kimsin lan, oraya gelirsem…’ Ortada bir suç vardı ve suçun hesabı kesilmeliydi. Arkadaşlar “yeni Emre Belözoğlu geliyor” derken benim aklımda artık maç falan kalmamıştı. Biz seni Polat Alemdar’ın karikatürüne dönüşesin diye mi sevdik be Arda?

Daha dünlere kadar futbolumuzun en sevimli figürüydü. Çalımları değildi sadece bizi etkileyen, çocuk olduğunu hatırlatan yüz ifadesi, taklitleri, takımına ve arkadaşlarına bağlılığı. Ya şimdi?. Gol sevinçlerine dikkat etmek bile yeterli. Dünün arkadaşlarıyla kucaklaşan, tribündeki annesine koşan, sevgilisine eliyle kalp işareti yapan çocuğu yok artık. Her şeye ve herkese karşı bir meydan okuma hali, bize Fatih Terim ve Emre Belözoğlu’ndan miras kalan. Bu tek olma, her şeyi ben hallederim, ben, ben, ben, öyle bir boyut kazandı ki.

Banu Yelkovan’ın harika yazısından alıntılarsak:

“Kahramanımızın bolca düşmanı var ama dostu yok, takım arkadaşları yok, kendinden başka güveneceği hiç kimse yok. Çıkıyor, savaşıyor tek tabanca, kazanıyor ya da savaşırken ölüyor (kırmızı kart görüyor). Ya da ikinci model, sorumluluğu ‘başkasının’ almasını bekliyor. Her zaman öyle oldu çünkü. Şimdi Rijkaard söylüyor ama zamanında Gerets söylemişti, Lucescu söylemişti, Tigana söylemişti: ‘Türk futbolcusu stres anlarında, takım mağlup durumdayken her şeyi unutuyor. Görev yerini boşaltıyor. Başkasının işini de yapmaya çalışıyor. Ama bu defa rakip onun boşalttığı alandan daha etkili geliyor ve fark büyüyor.’Ken Loach’un harika filmi ‘Eric’i Ararken’de asıl kahraman Eric’in en çaresiz olduğu anda gelip ne diyor ona Cantona? ‘Her zaman düşündüğünden daha fazla olasılığın vardır. Çok sıkıştığın zamanlarda takım arkadaşların olduğunu unutma. Onlar senin takım arkadaşların, onlara güven’. Biz ne diyoruz? Senin senden başka dostun yok. Kendinden başka kimseye güvenme.”

Yarın Rijkaard Arda’yı tekrar kanatta oynatmak istediğinde ‘kaptan’ sıkıntı yaratacak gibi duruyor. Malum kahramanlığın teşhiri için forvet arkasından daha iyi bir yer olamaz.

Bir de madalyonun diğer yüzü var. Az önce haberlerde Sırp lider Karadziç’in “Saraybosna kan gölünde yıkanacak” diyen telefon görüşmeleri yayınlandı. Terim’in ayrılmasından sonra gelecek hocanın futbol aklıyla değil de etnik kökeniyle ilgilenen ve “aşırı milliyetçi birisi olarak milli takımın başında Türk hoca görmek isterim” diyen ve ‘aşırı miliyetçiliğini’ gözümüze gözümüze sokan Arda bilir mi ki Karadziç’in aşırı milliyetçi olduğunu, Filistin’i bombalayan İsrail füzelerinin üzerindeki aşırı milliyetçi boyayı, milyonlarca insanı katleden Hitler’in ne yaptıysa aşırı milliyetçi olduğu için yaptığını?

Silah çıkartmalı tişörtler giymeler, emniyet müdürlerini ziyaretler derken Arda masumiyetini kaybediyor. Bize kalansa bir Ahmet Kaya klasiği:

Korkulu geceleri sayar gibi
Birdenbire bir yıldız kayar gibi
Ellerim kurtulacak ellerinden
Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi
Sen bir suydun, sen bir ilaçtın
Hoşça kal iki gözüm hoşça kal

13 Ekim 2009 Salı

aman deyin


Millli takım için dolaşan isimlerden biri de Bülent Uygun...
Bu galiba felaket senaryolarının en felaketi...
Bu galiba ölümü gösterip sıtmaya razı etmek...
Şimdi Sezar'ın hakkı Sezar'a, eğer böyle bir şey uzak da olsa ihtimaller dahilindeyse Fatih Terim, ölene kadar takımın başında kalsın...
Fatih Terim'in vahim kopyalarına hiç gerek yok. Aslı kalsın bari...
...derim...



...şakadır canım...

7 Ekim 2009 Çarşamba

sahte ilahlar kana susadı


"Demek cehennem bu. hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını... acı, ateş, kızgın ızgara hepsi sizsiniz demek... ne gülünç şey!... kızgın ızgaranın ne gereği var: cehennem başkalarıdır."
- garcin, huis clos - jean paul Sartre

Kiminin elinde satır, kiminin elinde balta. Kalabalığa ait olmanın şehveti ruhumuzu yakıyor. Kan istiyoruz. Kelle istiyoruz. Başka türlü susturamayız içimizdeki yangını.

Epeydir boştu idam sehpası: Avrupa ve Türkiye’de seri galibiyetler, yüksek gol ortalaması, Lincoln zibidisinin gönderilmesi, Arda’nın kaptanlıkla büyüyen (Barcelona’ya uzamasını dilediğimiz) futbolu. Ama bizim derdimiz güzel futbol değil ki. Biz futbolu sevmiyoruz ki.

Entrikayı severiz biz. Bu yüzdendir bir taraftan kutsal aile diyip, diğer taraftan Bihter ve Behlül’ün burjuva dünyasının izdüşümlerinin kendi hayatımızda yeşermesini hayal etmemiz. Gücü severiz. Polat Alemdar’a hayranızdır. Tek adamlığı severiz. Aziz Yıldırım herkesin gönlünden geçen başkandır. Ve reyting için, güç için adam harcamayı severiz. Hıncal’ız, hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan şampiyonlar ligini kazanmış adama korkak deriz, Sacchi ile Cruyff ile çalışmış adama futboldan anlamıyor deriz.

İlahlar susadı Rijkaard, yağlı urgan boynuna geçirildi. Sehpana son tekmeyi sallamak için Kadıköy’deki Fenerbahçe maçı bekleniyor. Kendini değil de Neskeens’i ön plana çıkarmanı, ekip çalışmasına inanmanı eleştirdik, oyun içinde B planın yok dedik ama bunların hepsi kurban seremonisinin bahaneleriydi. Yoksa hiçbir kusur bulamasak bu seferde sevgilin hakkında bir şey uydururduk.

B planı demişken: Wenger’in, Ferguson’un, Benitez’in, Guardiola’nın hemen her maçta, işler kötü gitse bile oyun anlayışını değiştirmediğini, sadece oyunun merkezini biraz daha ileriye veya geriye taşıdığını, Avrupa futbolunu takip etsek bilirdik. Teknik adamlığın bir alışkanlık ve futbolu sevme işi olduğunu, oyuncu değiştirme becerisinin, oyun anlayışı elbisesini takıma giydirme yetisine kıyasla çok daha önemsiz olduğunu biraz okusak ve izlesek anlardık, ama dediğim gibi bizim derdimiz güzel oyun falan değil hiç te olmadı.

Son olarak, hangimiz üç dört ayda kusursuz baba, hatasız arkadaş olduk, hangimizin meslek hayatının başlarında yanlışları olmadı. Bu coğrafyada seyrettiğimiz en iyi takım da yolculuğuna Ali Sami Yen’de 4-0 lık Fenerbahçe ve Paris’te 4-0 lık PSG yenilgileriyle başlamadı mı?


NOT: Rijkaard’a futboldan anlamıyor diyenler, sabah uyandıklarında aynada kendi yüzlerine bakabiliyorlar mıdır acaba?

30 Eylül 2009 Çarşamba

futbolculuğumuza dair bir profil



Oyuncusu çocukken tuttuğu takıma transfer olur. İlk golü attıktan sonra da formasını öpüp tribüne koşar. Hakeme itiraza ve yerde yatmaya bayılır (tahminim Avrupa’nın ilk 20 ligi arasında topun oyunda en az kaldığı lig bizim süpppeerrr ligimizdir).

Çoğu diyet sevmez, uyku saatlerinde dinlenmez. Henry 32 yaşında oyun tarzını değiştirmek için çalışır, bizimkisi İddaa’yı tutturmak için. Allah için biri de kurada kendilerine çıkan takımı kendiliğinden incelemez. Böyle olunca da çoğu yurtdışına gitmez, giden de iki ay sonra ‘kebabı özledim, bana seccade gönderin’ der veya maçta rakibe ırkçı laflar eder.

Türk oyuncusu kimseyi kral yapmaz kendisi kral olur. (Schumacher’e sormuşlar: “Karşı karşıya kaldığın pozisyonlarda nasıl bu kadar başarılısın?” Schumacher cevaplar: “Türkler karşı karşıya kaldıkları durumlarda kesinlikle pas vermeyip, hep çalım atmaya çalışıyorlar. Açıyı kapatınca işim kolay oluyor.”)

12 Eylül 2009 Cumartesi

oldu mu?

Rooney, Eto'o, Torres. Günümüz futbolunun en etkili hücum oyuncuları. Üçü de ne pivot, ne de nokta santrfor kalıbına uyuyor, fakat üçü de sırtı kaleye dönük oynayabiliyor, sırtı kaleye dönükken topla buluşup, topla dönebiliyor. Defans oyuncularıyla her türlü ikili mücadeleye girip, ayakta kalabiliyorlar en azından boğuşmaktan yılmıyorlar.

Ayrıca hava toplarında, çok uzun olmasalar da pozisyon almasını ve zamanlamayı iyi beceriyorlar. Bu sayede geniş alanda olduğu gibi 50 metreye sıkışan oyunlarda kapalı savunmalara karşı da etkili olabiliyorlar. Takımlarının son derece hareketli hücum anlayışıyla kanatlara geçip, Tevez, Ronaldo, Messi, Henry, Gerrard gibi diğer forvet ve orta saha oyuncularına boş alan yaratıyorlar. Tabii bu kadar hareketli hücum hatları karşısında rakip takım defansı yerleşme hataları yapıyor, bir de ağırlarsa ayvayı yiyorlar.

Bence bizim köyün Athos, Porthos ve Aramis'i ise Guiza, Baros ve Sercan ama kesinlikle Nihat ve Holosko değil. Hele hele ikisi birden hiç değil. Hem Nihat hem de Holosko sırtı kaleye dönük oynayan forvetlerin açtığı koridorlara ani deparlar atan ya da onların indirdiği topları tek vuruşla kaleye gönderen oyuncular. Nihat ve Holosko şaşkın şaşkın orta saha ve geriden gelecek (ne yazık ki çoğunlukla şişirilen, hem de bu devirde) topları alamayınca kanatlara yaklaşıyorlar ama Ernst dışında ceza sahasına koşu yapan kimse yok. Uzun lafın kısası, Nihat veya Holosko'nun kapalı defanslarına karşı başarılı olmaları için iki yol var. Ya yanlarında Kovacevic (ki “Darth Vader” Batuhan daha da yetenekli) olacak ya da takımın çok hareketli bir hücum oyunu sergilemesi gerekecek ki bunun için de sürekli kanatlardan içeriye girecek Arda ve Keita'lara ihtiyaç var.

Peki bu durumda Nihat ve Holosko'nun en uçta olması ne anlama geliyor? Olan şu: Mustafa Denizli Fenerbahçe'yle Şampiyonlar Ligi'nde sıfır çektiği sezondan beri içindeki aşağılık kompleksini üstünlük kompleksine çevirmek istiyor. Bunun yolunun da savunma oyunundan geçtiği düşüncesinde olduğu için Beşiktaş'tan sağlam bir beraberlik takımı yaratma düşüncesinde. Oyun kurma konusunda Gökhan Zan'dan bile daha kötü durumda olmasına rağmen Ferrari'nin transferini ben böyle okuyorum. İtalyan ekolünden gelen iki savunmacıyla kapanıp, Nihat ve / veya Holosko'yla hızlı hücum. İkisinin de geriden şişirilecek hava toplarında etkisiz olduğunu bildiği için de onlara rakibin bırakacağı geniş alanda, yerden etkili pas atacak Tabata.

Olaya sadece Şampiyonlar Ligi ekseninde bakmaya devam edersek de karşımıza şu sorun (sorunsal değil) çıkıyor. Blok halinde oynamanın birinci kural olduğu günümüz futbolunda savunmacılar ve hücumcular şeklinde oynayan bir takım başarılı olabilir mi? Hücum etkinliği olmayan Sivok, Ferrari, Fink, İbrahim Kaş ve İbrahim Üzülmez bir tarafta, savunma yapmayı alan daraltmayı bilmeyen Nihat, Holosko, Tabata, Yusuf diğer tarafta. Sadece Ernst ve Tello'yla da nereye kadar?

Bir de şu var: Hagi'nin en büyük olmasında Hakan Şükür'ün fizik gücünün ve ileride top tutup, oyunun merkezini ileriye taşıma becerisinin etkisini unutmamak lazım. O zaman da Tabata'nın etkili olması için özellikle de İnönü'deki maçlarda Nobre veya Batuhan'la oynaması gerekiyor ama kesinlikle Nihat'la değil.

10 yaşında Mustafa Denizli'den öğrenmiştim, herkese inat bir şeyler başarmanın ne demek olduğunu. O göstermişti bana, Monaco maçından sonra ellerini havaya kaldırıp çevrene bakarken, kişinin kendisi ve eseriyle gurur duymasının ne anlama geldiğini. Milli takımımız ve kulüp takımlarımız Avrupa'nın mezesiyken Galatasaray'ı yarı finale taşımıştı…

Bu kadar yazılanı hocamız da bilir elbet. Peki yakıştı mı futbolumuzun Cemal Süreya'sına “bildiğiniz kadar unutmuşluğum var” demek? Yakışıyor mu buram buram ‘şu saatten sonra ders almam, ders veririm' kokan bir uslup? Yakışıyor mu Yıldırım Demirören'in ölene kadar başkan kalabilmek için kulübü borç batağına sürüklemesine sessiz kalmak?

15 Ağustos 2009 Cumartesi

bir yorum


"Okurumuzun yorumunu ana sayfadan paylaşalım" [Göderen, Halk]

Ücretsiz maç yayını tribündeki bilet insafsızlığına bir çözüm de olabilir, 55 tl olur 45 tl, 35 olur 25 tl...

Gerçekten ücretsiz maç yayını yapılacaksa, endüstriyel futbol dediğimiz şeye asıl çomağı bu hamle sokar, tabi bu hamleyi yapanlar bilinçli olarak bunu yapmıyor, bu ihaleye giriyorlarsa bir koyup on alabilecekleri için giriyorlardır.
Yani şöyle bir labarotuvarcı düşünce olamaz; maçları ücretsiz yapmayalım yoksa tribünler zenginlere kalır!
Burada da tribüne giden bütün orta-alt otomatikman maddi çıkarı gözetir sonucuna varıyorum ben.
Yalnız kazın ayağı öyle değil!
Ve ezcümle:takım sevgisi, eğer onu gerçekten seviyorsan, rasyonel bir şey değil. o abilerimiz , biz takımızı staddan, rakiplerimizi tv'den rahatça izleyebiliriz.
stop.

bilet, tribün ve ötelenen taraftar


Fenerbahçe Sivas maçının kale arkasını 55 tl olarak açıklamış. (mevzu Fener değil burada, tribünün gerçek sahiplerinin mekanlarından uzaklaştırılma operasyonlarıdır derdimiz...)Yazı ile elli beş.
Eski parayla 55 milyon.
Yan masraflar, ikinci ve üçüncü kişiler hariç...
Bu yeni futbol düzeninde öteden beri hesaplanan bir gelişme.
Parası olmayan stada giremeyecek.
Çünkü parasız adam kaybedecek hiçbir şeyi olamayan adamdır ve böyle adamlar nezih tribünlerin huzurunu fena halde kaçırır.
Olayları da hep Allahsız parasızlar çıkarır.

Belli bir gelirin altında parayla hayatını sürdüren taraftarların maça gelmemesi için bilet fiyatlarının artırılmasını 2-3 yıl önce ilk gündeme getirenlerden biri FB'nin eski yöneticilerinden Kemal Dinçer denendi... sonra bu sene başlarında benzer açıklamalar Faik Gürses'ten gelmişti.
Yani alçaklığın evrensel tarihi futbolda da pek ala yazılabiliyor bu çerçevede.
Sahibinin sesi öncü birlikler bir kamuoyu oluşturur, sonra icraatlar başlar.

Bir dedikoduya göre trt/telekom ortaklığı süper lig maçlarını ücretsiz yayımlayacak. E, geriye ne kaldı?
Tribünlere -huzuru kaçıracak herhangi bir parasız pulsuz olmadan- keyifle yayılan ve hareketleri ve golleri asilce alkışlayan, herhangi bir taşkınlık çıkarmayı lugatlerinde bile barındırmayan zengin seyirci...
Ne diyelim... Her şey gönlünüzce olsun...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

sual edelim


Hak mıdır bu?
Ali Yavaş, Zafer Koç derken şimdi de Fatih İbradı. Devrim her zaman mı kendi çocuklarını yer? Arda Turan, Uğur Uçar’dan Serdar Eylik ve Emre Çolak’a uzanan köprünün mimarlarına yapılanlar reva mıdır? Hollanda’dan gelecek altyapı hocalarıyla ‘bizim çocukların’ kuracağı ekip daha sağlıklı olmaz mıydı? Peki Fenerbahçe’nin üç sene önce altyapının başına getirdiği Hollandalıların, ülke futbol gerçeklerinden bihaber oldukları için sene sonunda gönderildiklerini hatırlar mısınız?

Ya futbolumuzun Muhsin Bey’i Cevat Güler? Adnan Sezgin bir kuru plaketle Cevat Baba’yı gönderince iki yıl önceki şampiyonluğun kendine yazılacağını mı zannediyor? Yöneticilik, kişiliğini bile araştırmadan Lincoln’e 20 milyon avro harcamak mıdır yoksa borç içindeki kulübün özkaynaklarına sarılıp Emre Çolak’lar yetiştirmeyi planlamak mıdır?

Uyuşuk doğalar sadece fanatikleştirmek suretiyle coşturulabilir diyen Nietzsche’yi anti-hümanist çizgide yorumlayan Hitler koskoca Alman ulusunu kandırıp, dünyayı kasıp kavurmuştu.

İlk salvoları Mehmet Topuz’la Beşiktaş’a, Arda Turan’la Galatasaray’a atarak Fenerbahçe taraftarını kendine aşık eden Aziz Yıldırım üç yıl üst üste şampiyonluk için ligimizi yangın yerine çevirir mi? Taraftarlar Aziz Başkan’a “hep destek tam destek” diyerek kendi geleceklerini de torpilliyorlar, acaba farkındalar mı? Daum’u getirmek ne demektir? Takımın başında ‘futbolumuzun büyülü feneri’Aykut Kocaman olsaydı ve “hedefimiz lig şampiyonluğu Avrupa’yı sallamıyoruz” deseydi o koltukta kaç gün daha kalabilirdi?

İçiniz sızlamadı mı 18 yaşındaki Furkan antrenman maçları dışında ilk defa sarı-lacivertli formayla bir gol atıp sevindi diye kameraların karşısında yerden yere vuran adam, kampa üç hafta geç katılan Alex ve Guiza’yı çifte telliyle karşılayınca? Adaletin olmadığı yerde dayanışma, dayanışmanın olmadığı yerde takım başarısından bahsedilebilir mi? İsveçli yönetmen Ingmar Bergman “korku korkulanı gerçek kılar” derken haklıysa, genç ve yerli oyunculardan hoşlanmayan (Daum döneminden Semih ve Servet Çetin’i hatırlayan var mı?) ve Avrupa’da başarı çıtası Honved’i elemek olan bir hocayla ‘Dünya Takımı’ olabilir misiniz? Fenerbahçeliler üç yıl sonra kendilerini nerede görüyorlar?

31 Temmuz 2009 Cuma

d. guiza


Honvet'e Guiza 3 gol attı. Coştu, coşturdu.
Daum da onu alkışlatmak için (öyle de bir geyik var) oyundan erken aldı ve de alkışlattı.
(Bu durumda niye alınır ki bir sorun yoksa futbolcuda, adam almış havasını bırak 4. / 5. gollerini de atsın... alkışlatmakmış. Onu son bir dakikada yap, daha 20 dakika varken değil, di mi...)
Dün bir kez daha görüldü ki, futbolda dün yoktur, sözü futbolun kendi gerçekliğini en iyi ifade eden, özetleyen sözdür.
Dün yuhaladığını bugün alkışlamak, sonra yine yuhalamak...
Ah, bir gol attı adamımız, dönüp bir daha alkışlamak...
Şimdi Daniel'i yerden yere vuran spor yazarlarını merak ediyorum, ne diyecekler...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

normaldir normal...


Fransa üst-orta sınıfından entelektüel düzeyi yüksek bir aile, yemek masasının başucundaki televizyonda Irak'tan Amerika'nın gerçekleştirdiği katliam görüntüleri gösterilirken, hiçbir şey olmuyor gibi sakin bir şekilde kızarmış tavuk yiyip şarap içmeye devam ederler. Ünlü yönetmen Michael Haneke soykırım sorununu işlediği başyapıtı, "Saklı" filminde kapitalizmin algılarımızla nasıl oynadığını, günahlarının tarafımızdan nasıl normal olarak yorumlandığını yukarıdaki sahneyle anlatır.

Herhangi bir şey bizim için artık normalse, varlığı, nedenselliği sorgulanmaz. Olması tabiatı gereğidir.

Kapitalizmin her üç- beş yılda bir teğet geçmeyip içimize işleyen krizleri normaldir.

Savaş ekonomisinden palazlananlar rahatsız olmasın diye savaşın devam etmesi ölmesi normaldir.

Doğru, düzgün bir eğitim ve sağlık hizmetine ancak paramız varsa sahip olabiliriz. Çünkü her hizmetin bir bedelinin olması normaldir.

Ve bizlerin en büyük eğlencesi olan, toplumsallığın yapıtaşlarından futbolun burjuva sporuna doğru evrimleşmesi artık normal.

önceki hafta yayımlanan Arena programında Aziz Yıldırım naklen yayın paketinin senelik 400 milyon dolardan az olmaması gerektiğini söyledi. Yıllardır maçlar şifreli kanallarda yayınlandığı için şifreli kanallar hakkında tek bir kelime edilmedi. Çünkü paralı yayın artık normal.

Taraftarsak,

Oyuna gönül vermişsek,
Mahalle aralarına karşılıklı iki taştan kaleler kurarak Metin, Feyyaz, Rıdvan, Sergen, Tugay, Hagi, Arda, Feyzullah, Kayhan, Miliç olmuşsak,

Sınıfımızı okul turnuvasında temsil etmişsek,

Sevinçten ağlamanın hazzını ve duruluğunu ilk defa Kubilay Türkyılmaz Manchester United'a karşı 3. golü attığında yaşamışsak,

Tek yürek olmanın ne demek olduğunu İnönü Stadı'nda Liverpool maçını çarşıyla beraber izlerken öğrenmişsek,

Eşi benzeri olmayan büyük yazar İslam Çupi'nin "Fenerbahçe büyüklüğü ne kupa büyüklüğü ne de şampiyonluk büyüklüğüdür. Fenerbahçe büyüklüğü öyle bir büyüklüktür ki, adı konamaz" cümlesini her okuyuşumuzda tüylerimiz diken diken olmuşsa,

Turuncu; yoktan varolurken yine, buna selam durmuşsak,

Ve biz kolbastı oynuyorsak, timsah yürüyüşü yapmışsak, "alkaralar"sak, Azizler, Adnanlar, Yıldırımlar ve ardıllarınız hangi hakla bizleri müşteri olarak kodlayıp durumu 'normal' olarak servis etmeye çalışıyorsunuz.

400 milyon dolar ağızların suyunu akıtabilir belki. Peki, şu anda maç seyretmek için kaç kişi verebilir yıllık 600 lira? Bahsi geçen sayıya ulaşabilmek için de Allah bilir yayıncı kuruluş yıllık aboneliği 1500 liraya çıkarır. Daha da ötesi yukarıdaki isimler kulüp başkanı seçilirken hangimize sordular? Üye olabilmek için bilmem kaç bin avroyu, takımlarımızı halkın gönlünden koparıp burjuvazinin oyuncağı haline getirmeyi hangi hakla isteyebiliyorlar?

Paralı yayın sayesinde elde edilecek gelirle bizleri Avrupa şampiyonluğuna taşıyacak süper yabancı transferlerine gelirsek. Onlar önce kulübün kanını emen Lincoln, Higuain, Delgado, Seriç, Diatta, Gordon Schildenfeld, Josico, Maldonado, Aragones, Juan Figer'le yapılan anlaşmalar, sırıtarak verilen pozlar hakkında hesap versinler. Sahip oldukların şirketlerin, kulüp yönetimine girmeden önceki ekonomik konumlarıyla şimdiki konumları hakkında soru sormaya belki pek hakkımız yoktur ama takımlarımızın uluslar arası başarısının yolunu altyapıda değil de yabancı transferinde gören zihniyete yukarıdaki transferlerden sonra kulüplerimizin kendilerine ne kadar borçlandıklarını bilmek de en doğal hakkımız.

Cebinde parası olanımız, olmayanımız spora gönül vermişsek, gelmeyelim bizleri müşteri olarak gören zihniyetin oyununa.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

don kişot olmak


Ajanslarda rastlanan kıyaslardan bahsedelim. Malum transfer dönemi ya, kim ne kadar alır, hangi takım ne değerdedir... gibi yorumlara sıkça tanık oluruz.
İşte böyle bir haber üzerinden gidelim. Çıkış noktamız Ajansspor'un çalışması olsun. Şöyle:
En pahalı takım, "Fenerbahçe: 100.926.000 Avro" ile...
En "pahasız" takım, "Diyarbakırspor: 8.277.000 Avro" ile...
Bu anlamda en kıymetli futbolcu "Arda: 15.000 Avro" ile...
Diyarbakısporlu bir futbolcunun ortalaması da basit bir işlemin sonucundadır.
Durum böyleyken yorum da ortadadır, fazla bilmişliğe gerek yok. Üstelik yeni bir şey de değil bu. Futbolun tabiatı böyle, dünyanın her yerinde böyle.
Ne yapalım, futbola küselim mi tavşan-dağ misali? Hepimiz "büyük" takım taraftarlarına mı dönüşelim, bu adaletsiz mücadelede daha az üzülmek için? Yoksa, "benim takımım her haliyle değerli ve güzeldir, her bir futbolcum kıymetlidir" geleneksel yaklaşımıyla Don Kişot olmaya devam mı edelim?
Benim cevabım Don Kişot olmaktan yana.
Varsın takımım Süper Ligde bile olmasın, sahaya çıksın, topunu oynasın.
Biz yel değirmenlerini canavar bilip onlarla savaşmanın keyfinden de haz alırız.
Nazım'ın dediği gibi; Teslim olmamakta bütün mesele...

10 Temmuz 2009 Cuma

hücum...futbolu...


F.Bahçe-Inter maçı sonrasıydı. “Ne oldu bilmiyorum ama Kezman ile Edu arasındaki mesafe 50 metreye indi ve Fenerbahçe tarihinin en görkemli oyunlarından birini sahneye koydu”. Futbol literatürümüze sevgili Ömer Üründül sayesinde ‘bloklar arası bağlantı’ olarak giren durumu Mehmet Demirkol daha sade şekilde yukarıdaki cümlelerle ifade ediyordu. Sonraları Zico’nun takımının başarısını anlatmak isteyen kim varsa lafa, en gerideki adamla en ilerideki adam arasındaki 50 metre, diyerek başlıyordu. “Şampiyonlar Ligi’nin şifresi: Ne olursa olsun yenilme” , “iki yönlü oyuncu”, ön libero yerine ‘çapa’ Mehmet Demirkol sonrası yazın dünyamızda daha sık kullanılır olmuştu.

Ben de dahil oyuna gönül verenlerin, kafa yoranların, takip ettiğini düşündüğüm yazar, geçtiğimiz günlerde köşesinde “Rijkaard’ı Rijkaard yapacak olan” başlıklı bir yazı yazdı, oyunun geleceğine dair. “Hız artık her şey... Ve bu yüzden artık klişeleşmiş maç yorumlarında kullandığımız cümleler süratle manasızlaşıyor. Misal rakibi ceza sahası çevresinde baskı altına almak artık o kadar da şart değil. Hatta belki de bazı seviyedeki takımlar için istenmeyen bir durum. Çünkü rakip alanda baskı kurmak sizin için daha dar alanlar ve rakip için daha geniş alanlar anlamına gelebiliyor. Bu durumda hızlı ve mesafeden bağımsız şekilde olumlu pas kullanabilenler için baskı yemek bir avantaj bile olabilir…Futbolun geleceği kontrataktır. Oyun artık böyle. Başka türlü bugünün oyunu içinde baş ve yardımcı aktör olma şansı yok.”

Aynı yazıda neo-kontratağın temsilcileri olarak Barcelona’yı, Manchester’ı, Chelsea’yi, Shakhtar’ı, Inter’i, Wolfsburg’u, Sivasspor’u sıralıyor, Bülent Uygun’un, Ersun Yanal’ın, Skibbe’nin, Aragones’in de bu anlayışın geçen seneki bayraktarları olduğunu belirtiyordu.

Şaşırdığım ve yazarın futbol aklımızda payı olduğunu zannettiğim için de üzüldüğüm bir yazıydı. Shakhtar kupa finalinde Werder Bremen’i rakip sahaya hapsedip, pas manyağı yapmış, ceza alanında çoğalamasa da seri çapraz paslarla boşluk yakalamak için çalışmıştı. Arsenal ve Barcelona her maçta aynı oyunu oynamaya çalışıyorlar: Rakip sahada seri ve hızlı tek topa dayalı pas oyunu. Manchester ve Liverpool da o kadar kısa pas olmasa da çapraz toplara dayalı pas organizasyonu peşindeler. Beş takımın da oyuncuları oyunun merkezini sürekli ileriye taşıyan, defans ikilisi defansı orta sahaya yaklaştıran ekipler. Forvetlerine bakarsak Eto’o, Rooney, Torres, Tevez, Adebayor. Çabuk, dar alanda deparı olan, sırtı kaleye dönük topla buluşup dönebilen, defans oyuncusuna şarj koyup mücadele eden, verkaça giren, Hakan Şükür ve van Hooijdonk gibi diğer forvetlere asist yapıp, çapraz koşularla alan yaratan, ama diğer taraftan da Owen, Holosko, Guiza ve Sercan gibi geniş alan bulunca rakip defansı perişan eden isimler.

Başka bir oyun mümkündür deyip pivotsuz futbola evet, ama bu takımlar pivotsuz oynuyor diye oyunu kendi alanlarında kabul edip kontratağa yattığını söylemek, Barcelona’nın hücum futbolunun değil de kontratak futbolunun bayraktarlığını yaptığını ileri sürmek tuhaf olmuyor mu?

Oyunun merkezini kendi sahamızda kabul edip, yakalayacağımız boş alanlarda hızlı forvetlerle sonuca gitmeye çalıştığımızı varsayalım. Karşı tarafta aynı düşünceyle sahaya çıkmışsa ne olacak o zaman? Savunma oyununu tercih eden takıma, kontratakla nasıl gol atılır? Hepsinden önemlisi böyle bir oyunu takımın taraftarı değilse kim izler? Bir de hücum anlayışıyla sahaya çıkan iki takımın servis edeceği lezzeti düşünün. 4-4’lük Milan-Liverpool maçının görselliğini unutabildik mi? Sırtı kaleye dönük oynayamayan, kontratağın dev ismi Shevchenko Chelsea’de niye kayboldu? Guiza İspanya’daki boş alanları bulamayınca sonuç ortada buna rağmen Fenerbahçe Daum’la kontaratağa dayalı oynarsa ligde nasıl başarılı olur (Avrupa’yı zaten düşünmüyor)? Mustafa Denizli forvetini Nihat-Holosko’dan oluşturursa İnönü’de ortanın üstü takımlara pozisyona girebilir mi?

Sayın Demirkol’un ‘kontratak öğretisini benimsemişti’ dediği Skibbe’den, Aragones’ten, Bülent Uygun’dan herhangi bir futbol hazzı alabildik mi? Ve oyundan alacağımız zevk her şeyden daha önemli değil mi

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Rijkaard


Çocuktum, Hiddink'i kim, nasıl gönderdi hatırlamıyorum. Rusya, Güney Kore, Avustralya ve PSV'ye tarihinin en başarılı dönemlerini yaşatan dahiyi, liberosuz sistemle oynamaya çalıştığı (ki bugün tüm takımlar liberosuz), Müjdat'a fazla şans vermediği için nasıl aşağıladığımız halen aklımda. Del Bosque geldiğindeyse Barcelona taraftarı olduğum ve hücum futbolu oynayacak bir takımımız daha olduğu için çok sevinmiştim. İspanyol hoca “Hopdediks”, Zidane, Raul, Figo ve Ronaldo'dan sonra Berkant'larla, Ali Güneş'lerle aynı başarıyı tekrarlayamayınca (ki bunun için getirilmişti) 100 muhteşem Türk'ten biri olan Reha Muhtar, deli, dallı hoca dediği Hopdediks'in gönderilmesi için yazılar döşemeye başlamıştı. Sinan Engin ve Reha Muhtar gibi damardan Beşiktaşlılar futbolu ve Beşiktaş'ı daha iyi tanıdıkları için de Yıldırım Başkan, bıyıklı amcamızın biletini üç-beş ayda kesiverdi. 8 milyon avroluk tazminat tabii ki kulübün kasasından ödeniyordu, sonuçta her şey Beşiktaş içindi.

Bugünse Rijkaard Galatasaray'da. O'nu bu diyarlara getirenin para olduğunu pek sanmıyorum. Asıl mesele kendini kanıtlama ihtiyacı. 3-4 milyon avroyu Premier Lig takımları da verebilirlerdi. Buna rağmen Türkiye'ye gelmesindeki etken orta düzeyde bir Avrupa takımını da iki basamak yukarıya taşıyabileceğini göstermek istemesi. Ronaldinho, Eto'o ve Iniesta'lı takımı babam da şampiyon yapar diyenlere İstanbul'dan selamlarını gönderecek, tıpkı milli takımdan ustası Hiddink'in Güney Kore'de yaptığı gibi. Ronaldinho, Eto'o, Iniesta demişken... Barcelona öncesi Ronaldinho'nun PSG'de hocası Louis Fernandez ile problem yaşayıp yedek kulübesinde paslandığını, Eto'o'nun her sene Real Madrid tarafından oynatılmadan Mallorca'ya kiralandığını, Iniesta'nın da 19 yaşında altyapıdan yeni çıkmış bir çömez olduğunu hatırlatmak isterim. Messi, Dos Santos ve Bojan Krkiç'in de Rijkaard döneminde 17 yaşında forma giydiklerini düşününce Semih Kaya'lar adına sevinmemek elde değil.

Futbol anlayışına gelirsek, on gün önce Roma'da şampiyon olan Rijkaard'ın beş yılda oturttuğu akıldı. ‘Ama Barcelona Cruyff'tan bu yana aynı oyunu oynuyor' demeden önce Rijkaard öncesi Barcelona'mızı hatırlayalım: Van Gaal, Rexach, Senna, Antiç… Her maçta rakibe verilen en az beş, altı pozisyon, son derece kırılgan bir takım savunması, hücumdaysa sadece Rivaldo'nun ayaklarına bakan, Barcelona'nın ‘Rivaldolona' olup beş yıl üst üste şampiyon olamadığı, takımın altyapıdan Puyol ve Xavi dışında adam çıkaramadığı kabus dolu yıllar. Guardiola'nın takımında defansın arkasına atılan 40-50 metrelik sürpriz paslar dışında (o da Sivasspor gibi elli defa değil, bütün maçta bir iki defa) Rijkaard'ın takımından farklı şu vardı diyebilen var mı? Pas organizasyonunda, topa sahip olmada, bekleri açığa çıkarmada, çapraz toplarda, defansı orta sahaya yaklaştırmada, alan daraltmada? Peki ya Mourinho'nun Chelsea'sine karşı yapılan unutulmaz düellolar? Benim için futbolun zirvesiydi, bu yıl 4-4'lük Liverpool maçlarının yaklaşacağı.

Zeki Demirkubuz sinemamızın başyapıtlarından olan “Masumiyet”i çektikten sonra gerileme dönemine girmiş, “Bekleme Odası”yla dibe vurduktan sonra “Kader”le beni benden almıştı. Rijkaard da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan sonra bir düşüş yaşadı. Nou Camp'ta sallanan beyaz mendilleri hatırlıyorum da, neyse. Tıpkı Hagi, Taffarel ve Kewell gibi geri dönüş için gelebileceği en iyi kulüpte. En büyük şansı ise kendine aşık olmaya hazır bir taraftar topluluğu, hem de kariyerinde ilk defa.

12 Haziran 2009 Cuma

kesişen yollar



“Ancelotti ile yollarını ayıran Milan, teknik direktörlük için eski oyuncusu Leonardo ile anlaştı”.

Southgate, Guardiola ve Klinsmann ile başlayıp Shearer ile devam eden genç, tecrübesiz ‘bizim çocuk’ modelinde son halka Leonardo oldu. Hafta içinde Cantona’nın yaptığı “teknik direktörlük için Manchester United’ı düşünüyorum” açıklaması da tazeliğini koruyor. Zidane da Real Madrid genç takımında teknik adamlığa başlayacaktı. Juande Ramos sonrası Real Madrid’de birinci adamlığa geçeceğine isteyenle bahse girerim.

Bir tarafta vaktiyle en çok keyif aldığım takım olan üç kupalı Barcelona ve Guardiola, diğer tarafta Bayern Münih’ten kovulduğunu bildiğim tek isim olan Klinsmann, takımlarını küme düşüren Shearer ve Southgate.

Klinsmann, Shearer ve Southgate hiçbir yerde pişmeden, kimsenin yardımcılığını yapmadan direkt takımın başına geçince kulüp yapılarını çok iyi bilmelerine, ülke futbol anlayışına hakim olmalarına rağmen sonuç hüsran oldu. Aynı durum Milan-Leonardo çifti için de geçerli olacak. Guardiola ise yirmi senedir aynı futbolu oynayan takımın başına aynı kulübün B takımını iki yıl çalıştırdıktan sonra geldi. Ne olursa olsun futbolcuyla iletişimi, taktik anlayış çerçevesinde hangi antrenmanları programlaması gerektiğini iki yılda belli bir düzeye çekmiştir. Kendisi halen de öğrenme düzeyinde, çok fazla mutlak futbol doğruları olduğunu ya da küme düşmemeye oynayacak bir takımda başarılı olacağını sanmıyorum. Yarı finaldeki Chelsea karşısındaki berbat oyunun sebebinin dört oyuncunun bölgesini değiştirmek olduğunu anladı, ki finalde sadece Yaya Toure’yi defansa çekmişti. Tabii ders almanın değil ders vermenin kutsandığı ülkemizde bu anlayış nasıl yorumlanır bilemem.

Futbolun bir alışkanlık oyunu olduğunu, teknik direktörlükteki en son hünerin de maç sırasında yapılan oyuncu değişiklikleri ve taktiksel değişiklikler olduğu düşüncesindeyim. Bu bağlamda da son Şampiyonlar Ligi finalinde oyuncu değişikliğiyle orta sahasını zayıflattığını düşündüğüm Ferguson ne olursa olsun son on yılın en önemli teknik direktörüdür. Gittikçe topa sahip olup çabuk pas trafiğine dönen futbolda ne Wenger, ne Guardiola, ne de Benitez’in mağlup duruma düştüklerinde ‘kısa pas olmadı, uzun topları deneyelim, bir de oyuna pivot alırsak bu iş tamamdır’ dediğini duymadım.

UEFA Kupası finalinde Lucescu defansı orta sahaya yaklaştırdı, orta sahadaki beş adamla ısrarla pas yapıp, çapraz toplarla açıkları ve tek forvetini kaçırmaya çalıştı. Shakhtar oyunun hakimiydi ama maçı ancak uzatmalarda koparabildiler. Werder Bremen’e top yüzü göstermeden aldıkları maç sonrası beş yıldır aynı oyunu oynamaya çalıştıklarını, meyvesini de bu yıl aldıklarını söyledi. (Galatasaray’da niye oyunu karşı alana yıkamıyordu sorusunun cevabı ise Jardel gibi ağır bir oyuncuyla hücum futbolu oynamanın imkansızlığında yatıyordu.)

Aragones’i çok eleştirsek de “pas organizasyonunun oturması için en az altı aya ihtiyaç var” cümlesine katılmamak mümkün değil. Teknik direktör futbol aklı anlayışına sahip olmalıdır, yetiştirici olmalıdır, altyapı hocalarıyla sürekli iletişim halinde olmalıdır. Teknik direktörlük maç içi anlık düşünce ve kurgu sanatı olsaydı bir kondisyoner ve Rıdvan Dilmen’le her şey çok kolay olurdu.

Kulüp yapısını bilen, kulüpte yetişmiş genç teknik adam ve oyun içi istikrardan Fenerbahçe’ye gelirsek. Topa sahip olma, ayağa kısa pas çabuk hücum oyununu mükemmele yakın oynatan Aykut Kocaman yanı başlarında. Genç yaşına rağmen tecrübe sahibi. Ülke futbol yapısını ve Avrupa futbolunu biliyor. Taraftarın sevgilisi. Genç oyuncuları nasıl yetiştirdiğini görmek için Özer Hurmacı bile yeterli bir örnek değil miydi? Ankaraspor’un yirmi bin kişilik taraftarı olsa bir de Melih Gökçek başka gezegende olsa Ankaraspor şampiyon olabilirdi (bkz. Ligin ilk yarısındaki Beşiktaş –Ankaraspor maçı.) Yıldırım Demirören’le dalga konusu haline gelen Beşiktaş’a tekrar saygınlığını kazandıran Mustafa Denizli’nin yaptığının daha fazlasını, Aziz Yıldırım yüzünden en antipatik takım haline gelmiş Fenerbahçe’de gerçekleştirebilir. Bütün bu olumlu özelliklerin önündeki tek engel Aykut Kocaman’ın kişilikli bir insan olması. ‘Fenerbahçe eşittir benim’ yaklaşımındaki Aziz Yıldırım böyle karakterli birini çevresinde görmek ister mi orası da soru işareti…

28 Mayıs 2009 Perşembe

kerimoğlu


"İkinci yarının 65. dakikasında oyuna giren temsilcimiz Tugay Kerimoğlu orta sahada takımını yönlendiren isim olurken Blackburn galibiyet gollerini son dakikalarda buldu..."

Benim hatırladığım Jupp Derwall'in futbol devriminin Mustafa Denizli ile devam ettiğiydi. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final oynayan takımda ön planda değildin. 2 sene sonra Prekazi, Tanju, Cüneyt, Metin yoktu ama sen vardın. Çeyrek finalde Werder Bremen'e değil de kara takılan takımın beyniydin. Werder Bremen de o sene Avrupa'da kupayı kaldırıyordu. Sonra ak saçlı bilge Feldkamp günleri başladı. Oyun kurucu, önlibero, sol bek, libero oynadın. Eintracht Frankfurt maçından sonra sen Falco'yla dans ederken biz evde çıldırıyorduk. İlk defa bir Türk takımı bir Alman takımını eliyordu. Son 70 dakikasını 9 kişi oynadığınız Trabzon maçı, 4-1'lik F.Bahçe maçı ve bir senede gelen 4 kupa. Müthiş bir seneydi. En unutulmaz an ise senin Kadıköy'de çaprazdan çatala astığındı. O takım bir sene sonra Old Trafford'a çıktığında "herkes fark yemesek bari" derken yüzündeki ifadeyi hatırlıyorum (Mel Gibson, "Braveheart" filmini çekmeden önce o maçı izlemiş olacak ki senin bakışını bu filmde taklit etmişti). İki hafta sonra Ali Sami Yen'deki maçtan sonra sen omuzlarda, bizler evde sevinçten ağlıyorduk…

Özel bir çalımın vardı, sonraları Ronaldinho ve Ronaldo'nun geliştirdiği. Ben de çok çalışmıştım ama sadece bir defa istediğim gibi yapabilmiştim, C sınıfıyla yaptığımız maçta. Topu defansın üstüne doğru sürerken sağ ayakla topa dokunur gibi yapıp, dokunmadan üstünden geçirip, sol ayakla sol çapraza çekip defans oyuncusunu yere yatırdıktan sonra Tolga'yı kaleciyle karşı karşıya bırakmıştım, okulun en güzel kızı oradan geçerken…

Halen Pirlo'ları, Fabregas'ları izlerken, senin onlardan daha yetenekli olduğunu düşündükçe içim cız ediyor. Saatlerce tartışırdık en iyi hanginiz diye. Sergen mi, sen mi? Anlayana en iyi cevabı zaman verecekti.

Oyunun sadece tek yönünü oynayanları baş tacı edip seni yok sayanlar, geçen hafta İspanya maçlarında Xavi ve Xabi Alonso'yu gördüklerinde pişman olmuşlar mıdır bilemem ammaa, "Sergen dünyanın her takımında oynar", "Kemalettin, Tugay'dan daha faydalı" deyip futbol anlayışımızı gerilere götüren Erman Toroğlu'gilleri affetmeyeceğim.

Sonrasında buruk bir ayrılıktı yaşanan. Hertha Berlin maçında ‘ayda yürüyüş' dansıyla aramızdan ayrıldın. Ağır olduğun gerekçesiyle seni oynatmayan Fatih Terim, Petre'lerden, Cihan'lardan hatta (Şampiyonlar Ligi'ndeki Brugge maçında) Mehmet Polat'tan orta saha çabukluğu umacaktı, heyhat.

Geriye dönüp bakınca dokuz yıl oldu Adadasın. Arada Brezilya maçıyla milli formayı bıraktın ki, 2002'deki dünya üçüncülüğünün de mimarlarındandın.

Biz seni özlesek de düşününce iyiki gitmişsin. Burada kalsan on defa futbolu bıraktırmıştık. Orada Blackburn taraftarı seni Shearer'la kıyaslıyor. İki sene önce de hocan Hughes "Tugay neyse ki 37 yaşında, 27 yaşında olsa Barcelona'da oynardı" demişti. 39 yaşında Premier League'de oynayacak ikinci bir orta saha oyuncusu çıkar mı? Zannetmem ama umarım bir gün hoca olarak geri dönersin de futbol aklımızı, çıtamızı yukarılara taşırsın. (Belki haberin yoktur, hücum futbolunun öncüsü Mustafa Denizli bile Yusuf Şimşek, Gökhan Zan, İbrahim Üzülmez gibi, Avrupa futbolunda yeri olmayanlarla şampiyonluğa koşuyor, gerisini sen düşün.)

25 Mayıs 2009 Pazartesi

olur mu ki


*Seneye Galatasaray’ı çalıştıracak olan hoca sözleşmesine, “kovulduğum zaman tazminatımı Adnan Polat öder maddesini koydursa.
• Fenerbahçe, Semih-Guiza ikilisiyle çok rahat yendiği Beşiktaş’tan, Alex takıma girip Semih kesilince, atılan gol dışında pozisyona giremediğini, Antalyaspor maçını da kazanamadığını, dünyada artık “on numara” fetişinin kalmadığını, hücum oynamak için kullanıldığı varsayılan “on numara”ların arkalarındaki dörtlüyü geriye ittiğini, tek forvetin de defans ikilisi arasında kaybolduğu için takımın hücumda daha etkisiz kaldığını fark etse.
• Fenerbahçe Sercan’ı transfer edip de bir genç yeteneğin daha katline sebep olmasa (devre arasında Abdülkadir gelmişti, Chelsea’nin istediği, öldü mü kaldı mı haberi olan var mı?)
• Hücum futbolu düşüncesiyle bizi tanıştıran isim olan Mustafa Denizli ilkelerine sahip çıksa da bizleri Gökhan Zan’dan, İbrahim’lerden kurtarsa.
• Yıldırım Demirören teknik direktör değiştirme şehvetini bastırsa da seneye Mustafa Denizli’yi kovmasa.
• Samet Aybaba ve Güvenç Kurtar’ın düşmemeye oynattığı Bursaspor’un aslında şampiyonluk potansiyeline sahip olduğunu; hiçbir takımı düşürmediğini iddia eden Erdoğan Arıca’nın Hacettepe’yi düşmesi neredeyse kesinleşmişken Ergün Penbe’ye teslim ettiğini,Yılmaz Vural depremi sonrası Kocaelispor’un her şeye rağmen ligi zorladığını ve Galatasaray’a Ali Sami Yen’de 5 gol attığını, Ümit Kayıhan faciası sonrası Denizlispor’un ise arka arkaya dört galibiyet aldığını, futbolu yönetenler görse.
• Çok yetenekli olduğu iddia edilen Batuhan’ı bir Avrupa kulübü artık görse de futbolumuz Terim-Emre Belözoğlu ekolünden yeni bir isimle muhatap olmasa.
• Mehmet Yıldız ve Bilica paranın rengini değil de taraftarın sevgisini tercih edip Sivasspor’da kalsa (ki giderlerse de emeklerini hiçe sayıp, Brütüs yorumları yapmayız).
• Ligden düşen takım sayısı altıya çıksa da daha az takımla daha kaliteli bir ligimiz olsa.
• Bir maçta ondan fazla 60 metrelik uzun top atan takımın, bekleri rakip yarı alanda 30 dakikadan daha az kalan takımların birer puanları silinse.

22 Mayıs 2009 Cuma

sevdim bir kere


Maradona’nın İngiltere'ye attığından daha güzelini gördük mü?
Rıdvan gibi koşarken yeleleri uçuşan kanat oyuncusu var mı?
Van Basten ve Zidane'dan başka gerilip voleyle doksana çakan çıktı mı?
Haksız kazandığı penaltıyı usulca kaleciye plaseleyen Fowler'dan?
Milan'ın kırmızı-siyahını, paranın yeşiline tercih eden Kaka'dan kaç tane kaldı acaba?

Hüzünse de bize en çok yakışan,
İnsandır, en karanlık günden güneşi yaratan.


Oyunun güzelleşmesi için 'ne yapabiliriz'e dair…

• Futbolun 10 kişiyle 80 dakika oynanması. Dar alan oyununa dönüşen futbolun mücadele ritmi artarken, estetik katsayısı düşüyor. Geniş alan daha fazla Messi, Robben, Arda, daha az 2004 model Yunanistan demektir..
• Devre arasında sınırsız oyuncu değiştirme hakkının olması, ama oyun sırasında en fazla iki oyuncu değiştirme hakkının olması ve son on dakika seyir zevkini katleden değişikliklerin engellenmesi.
• Beşten fazla faul yapan kasapların kendiliğinden oyun dışı kalması, bir maçta toplamda 15‘ten fazla faul yapan takımın lig mücadelesinde 1 puanının silinmesi (Materazzi'lere, Vinnie Jones'lara, Yesiç'lere son).
• Bir maçta kaleyi bulan 3 şutu olmayan takımın 1 puanının silinmesi.
• UEFA'ya bildirilen oyuncu listelerinin yüzde 20'sinin altyapıdan yetişmiş olması (İlle de Maldini, ille de Bülent Korkmaz).
• Futbolcu sendikası. Parasal futbola ve ağalara inat, sakatlanan futbolcular için fon, zorla kulüpten futbolcu ve hoca göndermeye son. Sözleşmelere tazminat şartı.
• Bir senede en fazla iki teknik adamla çalışma zorunluluğu.
• Federasyonun yayın gelirlerinin tamamını kulüplerin kasasına yatırmaktansa 400-500 bin avrosunu kesilip stat zeminlerine harcaması.

DAHA KİŞİSEL İSTEKLERE GELİRSEK

• Yılmaz Vural, Erdoğan Arıca, Hikmet Karaman, Güvenç Kurtar, Samet Aybaba ve Ümit Kayıhan'a Lippi, Cruyff, Hiddink gibi ustaların hazırlayacağı yazılı ve görsel sınavlardan geçerse teknik adamlık izni verilmesi, geçemezlerse de futbolumuza yaptıkları olağanüstü katkılarından dolayı teşekkür edilmesi.
• Başta Gökhan Zan olmak üzere bütün futbolculara, ilköğretimde çocuklara tavsiye edilen 100 temel eserin okunmasının zorunlu kılınması.
• Saha kenarlarına reklam panoları yerine filozoflardan aforizmalar yerleştirilmesi.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

adam ve iş meselesi


Gözbebeğimizdi. Deportivo’dan 30 milyon avroya geldiğinde bu para çok değil mi demiştik, ama dünyanın en iyi oyuncusu seçilmesi için üç yıl yetmişti. Ronaldo’yu da unutturmuştu. Kadife eldivende tuttuğumuz eşsiz bir elmastı. Ammmaaa…. Kendi istatistikleri zirve yaparken Barcelona’mız Şampiyonlar Ligi’ne kaldığı için bayram eden bir kulübe dönüşmeye başlamıştı. Derken Cruyff çıktı ve “ Barcelona, Rivalcelona oldu... Barcelona’nın önündeki en büyük engel Rivaldo’dur” dedi. Acaba yaşlanmış mıydı? Yoksa ilk defa bir oyuncu kendisinden daha çok ilgi gördüğü için kıskançlık mı baskın gelmişti? Peki Brezilyalı ne yapıyordu? Takımın kendisine en çok ihtiyaç duyduğu dönemde Brezilya’dan iki hafta geç geliyor, oynadığı bölge konusunda Van Gaal ile tartışıyor, beğenmediği hocayı gönderiyordu. Kupasız geçen son üç yılı değerlendiren yönetim tarihi bir karar aldı: “Sözleşmesi devam eden oyuncumuz Rivaldo serbest bırakılmıştır. Bonservis ücreti istenmeyecektir.”
_______________________
Post-Rivaldo dönemi ve üç yılda iki La Liga, bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu. Cruyff yine haklı çıkmıştı. Brezilyalı ise Milan’da kadroya girmekte zorlandı, kendisini Yunanistan’da buldu. Oradan da Özbekistan’a gitmiş. Zico, oraya gitmese haberimiz bile olmayacaktı.

Rijkaard yönetiminde kurulan takım PSG’den Ronaldinho’yu getirmişti biraz olaylı şekilde. Olağanüstü yetenekli dişlek, hocası Fernandez’le takışmıştı ya neyse, sorunlar tatlıya bağlanırdı nasıl olsa. Bağlandı da. Barça Ronaldinho’yla büyürken, Ronaldinho da Barça ile büyüyordu. Milan, Chelsea, Real Madrid maçları derken Romario, Ronaldo ve Rivaldo’dan sonra ‘R’ li bir oyuncumuz daha dünyanın en iyisi seçilmişti. Derkeeenn…
____________________________
Reklam filmleri, gece alemleri, kilo artışı. Antrenmanlar aksamaya başlamıştı. Üzerine Eto’o ile girilen ego savaşı, ırkçılık mücadelesinde arkadaşını yalnız bırakışı ve Rijkaard ile girilen tartışmalar son iki yılın kupasız kapanmasına yol açtı. Ronaldinho da her şeyin ve herkesin üstündeyim hastalığına kapılmıştı. Yönetim bir kez daha devreye girdi ve Kaka’ya 150 milyon avroların önerildiği bir dönemde Brezilyalıyı 18 milyon avro gibi bir paraya Milan’a gönderdi. Post-Ronaldinho dönemindeyse Barça ligin ve Şampiyonlar Ligi’nin en büyük favorisi.
________________________________
Birkaç örnek daha verirsek:

Fenerbahçe maçında gol attıktan sonra şortun içinde tombala çeken tribünlerin sevgilisi Pascal’ı gönderen Kartal lig sonunda kupayı kaldırıyordu.

Şımaran Owen’ı Real’e veren Liverpool iki Şampiyonlar Ligi finali oynuyordu.
_____________________________
Ve asıl meselemize gelirsek:

Adam derken duraksadığım bir adam koskoca Galatasaray kulübüyle dalga geçiyor. Tanju, Kosecki, Ilie, Van Gobbel, Felipe, Ribery derken bir sürü sıkıntı yaratan veya kulüple sıkıntı yaşayan futbolcu geldi geçti. Kim haklı kim haksız ayrıntısına da girmiyorum ama hiçbiri takımı aşağılamaya çalışmamıştı. Hiçbiri takım arkadaşlarının emeğiyle ve onuruyla oynamamış, taraftarın sevgisini günlük egosunun mezesi haline getirmemişti. O formayı bir dönem Metin Oktay’ın, Hagi’nin giydiğini düşünmek bile içimizi acıtıyor. Hiç değilse onların anısına G.Saray yönetiminin adını bile anmak istemediğim adamı göndermesi dileğiyle.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ah minel futbol


futbol bu,
sahaya girilir,
koltuklar uçuşur,
futbolcu tekmelenir,
hakem kovalanır,
maç yarım kalır bir süre,
sonra arızalı bir biçimde devam eder,
önlem Allaha havale edilir,
azılılar ne yaptığını bilmezken,
zannımca hakiki taraftar süreçteki acıyı çeker...
ne zahmetli, eziyetli, dertli bir meşguliyettir şu futbol...

14 Mayıs 2009 Perşembe

guiza ve gol atma sanatı


Bir kamyon eleştiri altında bütün bir sezon ezildi Guiza
dayak yemişe döndü, hırpalandı.
Çoğu zaman garip bir Semih takıntısı uğruna.
Kupanın son maçında attığı gol öncesi pozisyon arayışı "olay örgüsünde" Guiza
tüm muhataplarına
"gol nasıl ve hangi süreçte atılır"
dersi vemiştir.
Talihine filan sığınmadan,
emek vererek...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

sivasspor'a dair


Hangimiz sıkılmamıştı ki? Üç takımdan biri şampiyon olur, diğer ikisinin yönetimleri ve kalemşörleri de hakemleri ve Federasyonu suçlardı. Trabzon camiası ise "Trabzonlu, Trabzonlunun kurdudur" şiarıyla filozof Hobbes'a selam yollardı.

Ligimize yeni bir kan gerekiyordu. 2001'de Gaziantepspor'un, 2003'te Ersun Yanal'ın Gençlerbirliği'nin çok yaklaştığına bu kez Bülent Uygun'un Sivasspor'u belli bir adım mesafede. Futbolumuzun kurtuluşunun beşinci şampiyondan geçtiğini düşünenlerden misiniz bilemem ama şampiyonların sayısı beş olmuş, on olmuş bir tarafa nicelikten ziyade niteliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Başlıca kıstaslarımsa; altyapıdan kaç oyuncunun yetiştiği, idari ve teknik kadroda istikrarın sağlanıp sağlanmadığı, takımın hücum futbolu oynayıp oynamadığı ve başkanından teknik adamına kulübün, sporun ruhunu ve adam olmayı esas amaç olarak görüp görmediğidir.

Bu bağlamda Sivasspora baktığımda ne yazık ki herkesin gönüllerin şampiyonu ilan ettiği takımı aynı ölçüde sahiplenemiyorum. Altyapıdan bir tane futbolcusu yok. Başkan Mecnur Odyakmaz hakemlerin onca kıyağına rağmen "bizi şampiyon yapmazlar" diyerek Polat-Demirören-Yıldırım'ın izinden gittiğini belli etti. İsviçre ve Belçika maçlarını hatırlayınca, en son ihtiyaç duyduğumuz yeni bir Fatih Terim'di. Amansız olmayı ondan öğrenen Bülent Uygun bizlere boynuzun kulağı geçeceğini bas bas bağırıyor. Yeri geliyor Mehmet Yıldız'a "seni döverim" diyor, yeri geliyor İlker Paşa'ya, Yaşar Paşa'ya şiirler düzüyor, yeri geliyor "Sivas'ta Laila yok, La ilahe illallah var" diyerek iktidarın her şekline vıcık vıcık selamlarını yolluyor.

Oyun anlayışına gelirsek, kıta Avrupa'sı pas organizasyonunu mükemmelleştirmenin yollarını ararken Sivasspor'da Bilica geriden 60 metrelik uzun top atıyor. Pehlivan Mehmet Yıldız topu kontrol edip Musa Aydın'la Kamanan'ın önüne bırakıyor, onlar da ya diğerine servis yapıyorlar ya da kaleyi görüyorlar, bütün hücum planı bu. Takımın 4-2-4 gibi oynadığına aldanmayın, gerideki dörtlüyle önlerindeki ikilinin hücuma katkısı çok az. Yunanistan'ın 2004'teki bağnaz futboluyla kazandığı şampiyonluk takımlarımızı olumsuz etkilemişti. Şimdi de Sivasspor'u model alıp topu tepme dönemi başlarsa yandık demektir. Burada göz ardı etmememiz gereken birkaç faktör de var. Bilica, oyun kurabilen bir stoperin tek başına takımına ne kadar katkı sağlayabileceğini ve stoperin defansı orta sahaya yaklaştırmasının, rakibe alan daraltmada ne kadar önemli olduğunun derslerini veriyor. Aynı hocayla devam eden, iskeleti korunan, fizik olarak güçlü bir takım mantıklı takviyelerle şampiyonluğa oynayabiliyor.

Kaldı üç maç. Aragones, Guiza, Aurelio, Adnan Sezgin, Lincoln, Mustafa Denizli, Yusuf, Ersun Yanal derken Sivasspor aradan sıyrılır mı bilmem. Ama eski usul Türk filmleri tadında servis edilmeye çalışılan bu hikayede ne yazık ki "İnek Şaban" saflığını, Münir Özkul babacanlığını ben hissedemiyorum.

8 Mayıs 2009 Cuma

Ryan Giggs veya Soldan Esen Fırtına


17 yaşındayken gençler maçında büyülemiştin Sir Alex Ferguson’u. “George Best’ten daha iyi” demişti Ferguson. Hemen Manchester United’a transfer edip A takımla antrenmana başlatmıştı seni, yeşil sahaların Clint Eastwood’u. İki üç ay sonraysa ne kadar futbol dilencisi varsa bayram ediyordu.

Meşin yuvarlağa dokunuşların kadife yumuşaklığındaydı, ressamın fırça darbelerini anımsatan. Topu sürerken bir sağa bir sola çekmek de senden önce vardı. Son sürat çizgiye inmek de... Ama ikisini birden gerçekleştirip topu Cantona’nın, Sheringham’ın, Rooney’in kafasıyla buluşturmak veya çaprazdan ceza sahasına girip sol ayağının dışıyla doksana çakmak… Doğan Koloğlu ustam yazılarında bahsettiği patlayan deparları senden ilham almıştı. Hücum futbolunun olmazsa olmazı demişti. Ters ayakla kanatta oynamayı ilk Stoickhov da görmüştüm. Sen onun çizgisini çok daha yukarılara taşıdın. Açtığın kulvardan Kewell, Robben, Messi koşar adımlarla geldiler. Sahi Kewell demişken onu da bir ara seninle kıyaslamışlardı değil mi? Ne büyük haksızlık, halen sakatlıklarla boğuşan Avustralyalıya.

Senden önce ikinci James Dean yaratmak istediler, gülüp geçtin. Eric ‘the King’ Cantona varken benimle uğraşmayın dedin. Sonra da “Titanic” rüzgarının estiği günlerde Leonardo di Caprio’ya benzetmeye çalıştılar. “Neyse ki David’le Victoria çıktı da basın benimle uğraşmayı kesti” sözleriyle o günleri anlatmış, pop starlığı elinin tersiyle Beckham’gillerin önüne itmiştin. Oysa her daim yeşil sahaların Humphrey Bogart’ıydın bizim için, olgun, beyefendi.

“Adım Eto’odinho olsa dünyanın en iyi futbolcusu seçilirdim” diyen Samuel Eto’o gibi, Brezilyalı olsaydın Cristiano Ronaldo’nun aldığından bir iki tane de belki sen alırdın, ama Galler milli takımında oynadığın dolayısıyla da dünya ve avrupa şampiyonalarında yer almadığın için böyle bir şansın hiç olmadı. Olmasın ne gam. “Real Madrid’e göndermiyorlar, ben ücretli köleyim” diye ortalığı ayağa kaldıran kölelikten, işçi haklarından bihaber Ronaldo züppesi belki seni ve kariyerini örnek alır: 17 yıldır aynı takımda aynı formayı giymek (İngiltere rekoru), sayısız lig kupası, iki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu.

Birkaç gün önce Manchester United’la nikah tazeledin, Kaka’nın gölgesinde kalan. Milan seni istemişti, gitmemiştin. Kaka da senin gibi yaptı, parayı değil taraftarın sevgisini tercih etti. Sizin gibi kendini formasına adayan da fazla kalmadı zaten. Raul, Maldini, del Piero, Gerrard belki bir iki kişi daha fazlası değil. Ne diyebilirim ki sana Ryan Giggs. En güzel oyunsa futbol, sen onun en güzel yüz metresini koştun.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

futbol ve gerilim


Hangi “Rocky”, “Rambo” veya Van Damme filmini seyretsem kahraman haksızlığa uğrar, sonra içindeki ışığı keşfeder, gaza gelir ve ne kadar düşmanı varsa pata küte dövüp kötüleri alt eder. Bazen gözleri görmez, bazen bombalara karşı elinde sadece bıçağı vardır, ama olsun. İnandıktan, hırslandıktan sonra gerisi ayrıntıdır. Filmlerin hayatımızdaki izdüşümü ise sanki biraz farklıydı.

1996-1997 Fenerbahçe

“Ali Şen başkan Fenerbahçe şampiyon” günleridir. “Oğuz-Aykut çetesi” gönderilmiş herkes rahat etmiştir!!! Lazaroni’nin takımı G.Saray’ı Ali Sami Yen’de 4-0 yenmiştir. Ne hikmetse Kostadinov eksenli 3 yabancı - 4 yabancı ikilemi başlar. Ali Şen sinirlenir ve yumruğunu masaya vurur. “Kostadinov’a izin vermeyen F.Bahçe düşmanı federasyon gidecektir.”

Sonuç: Sarı-lacivertliler şampiyon olamaz. 4 yıl sürecek olan G.Saray saltanatı başlamıştır.

G.Saray - Chelsea

İlk maçta Taffarel kırmızı kart görmüştür. 10 kişi kalan takım asil bir mücadelenin sonunda Stanford Bridge’te 1-0 kaybetmiştir. Rövanş bir hafta sonra Sami Yen cehennemindedir. Aşırı motive olmuş oyuncuların yüzlerindeki ifadeden korktuğumu halen hatırlarım.

Sonuç: Zola –Flo işbirliği ve 5-0. Chelsea depremine sinirlenen Terim yumruğunu masaya vurur. Bursa’ya takımın çoğu götürülmez. Yedek ağırlıklı kadro timsahlarla berabere kalınca, as takım Hertha’ya ve Milan’a karşı tekrar sahne alır ve sahaya stresten, gerilimden uzak çıkan takım üst üste iki galibiyetle UEFA kupasına açılan kapıyı aralar.

Beşiktaş - Samsun


5 Kırmızı kartla tarihin en iyi Beşiktaş’ı duman olur. Sinan Engin sahne alır. “Kartalın hakkını kimse yiyemez, Cem Papila hakemliği bırakmalıdır. Yapılan, federasyonun yanına kalmayacaktır.” Yumruk masaya vurulmuştur artık.

Sonuç: 11 puan farkla lider takım 5 yıldır şampiyonluğa hasret. Unutmadan Yıldırım Demirören’in de başkanlığa gelmesiyle oluşan başarısızlıkta tüm suçlu Beşiktaş düşmanı hakemler diyelim de, o zaman Del Bosque, Rıza Çalımbay, Tigana ve Ertuğrul Sağlam niye gitti. 2 milyon avroya transfer edilen Gordon Schildenfeld seneye takıma dönünce hangi yabancının sözleşmesi, tazminatı verilerek feshedilecek? Aklım ermedi bir türlü.

Türkiye - İsviçre

Yakın tarihimizin en karanlık sayfası. Başrolde yine imparatorumuz ve askerleri. İsviçre’deki maçtan sonra günlerini göstermenin zamanı gelmişti. Havaalanından itibaren başlayan psikolojik savaş, otelde, otobanlarda ve sahada devam etti. Beyefendilik abidesi Mehmet Özdilek bile ortamdan etkilenip kılıçlarını kuşanmıştı.

Sonuç: 4. golü atmamıza ve bitiş düdüğüne 10 dakika kala, “Braveheart” Tuncay’ın bile sinirleri iflas etmiş, oyuncularımız havlu atmıştı. “Vizyonu ve karizması olmayan” Şenol Güneş ile bir önceki kupada Dünya 3.’lüğüne uzanan Türkiye, Dünya Kupası’na katılamadı. Neyse ki Mehmet Özdilek’i tekrar kazanabildik.

Ve bugün

Bugüne gelirsek ikinci döneme kötü bir başlangıç yapan G.Saray’lı yöneticiler de “artık yeter” dediler ve masaya yumruğu vurdular. “Gerekirse CAS’a gidilecek, federasyonu kimin yönetmediğini biliyoruz…”

Sonuç: Geçen senenin şampiyon takımı, Milan Baros, Fernando Meira, Harry Kewell takviyesine rağmen, liderin 5 puan gerisinde. Bu arada Baros’un futbolu hentbolle birleştirme çabaları da tam gaz devam ediyor.

NOT: Futbolumuzda gerilimin yakın ve kısa tarihi başlığının altında ağırlıklı olarak İstanbul dükalığı ve milli takımdan bahsetmiş olmamın vicdani rahatsızlığıyla, spor medyasında diğer takımlara çok az yer verilmesinin üzerimde bıraktığı etkinin okur nezdinde göz önünde bulundurulması dileğiyle…

4 Mayıs 2009 Pazartesi

hasan şaş


Hacettepe maçı sonrasında, havaalanında Galatasaraylı Hasan Şaş'a bir saldırı olmuş cep telefonuyla.
Hasan Şaş'ın Galatasaray'dan önceki zamanları pek kalmamıştır belleklerde. Gerek de yoktur. Çünkü en güzel zamanlarını Galatasarayla yaşamıştır ve o güzel günlerde de büyük emeği vardır.
Bir daha hiçbir takımın ve taraftarın yaşayamayacağı mutluluğu yaşamış Galatasaray'ın, Galatasaraylının o günler hatırına da olsa, ki geçen yılın şampiyonu da bu takımdı, bir vefa ile her bir topçusuna sahip çıkması bir tür zorunluluktur. Bizim futbola baktığımız yerden "zorululuktur" diyoruz.
Başka nasıl "Büyük" takım olunur, bilmiyorum.

25 Nisan 2009 Cumartesi

klişeler


Sivasspor-Trabzonspor maçına ilişkin bir açıklama... Bülent Uygun'dan...
Futbol cümle içeriğinin tekrarlar ve klişelerle ne denli dolu olduğunun tipik bir örneğidir bu alıntı:

"Şu anda bütün rakiplerimizin önündeyiz. Biz kazandığımız sürece rakiplerimizin alacağı sonuçlar, bizi ilgilendirmeyecek. Şampiyonluk yarışındaki en önemli rakiplerimizden birisi de Trabzonspor. Bu nedenle bu maç, 6 puan değerinde. Biz de bunun bilinci içerisindeyiz. Kendi evimizde ve seyircimizin önünde oynamanın avantajını da kullanarak sahadan galibiyetle ayrılmak ve yolumuza emin adımlarla devam etmek istiyoruz. Sezon sonunda ipi ilk sırada göğüsleyerek taraftarımızı mutlu etmek istiyoruz."
___________________________

Bakalım bu klişelere:

1)"Biz kazandığımız sürece rakiplerimizin alacağı sonuçlar, bizi ilgilendirmeyecek..."
2)"...en önemli rakiplerimizden birisi..."
3)"...bu maç, 6 puan değerinde..."
4)"...bunun bilinci içerisindeyiz..."
5)"...Kendi evimizde ve seyircimizin önünde oynamanın avantajını da kullanarak sahadan galibiyetle ayrılmak..."
6)"...yolumuza emin adımlarla devam etmek..."
7)"...ipi göğüslemek..."
8)"...taraftarı mutlu etmek..."

...bir açıklamada 8 kalıp... zaten kaç cümle vardı ki orada...
Bu da futbolumuzun teknik, taktik ve kültürel anlamda en "lider" hali...

adana manisa


Adanaspor Manisaspor maçından bir kare.

17 Nisan 2009 Cuma

futbol ve ihanet


Aziz Yıldırım, zor seride futbolcularının kendine ihanet ettiğini söylemiş, lig ikinciliğin de tehlikeye girdiğini düşünerek.
İhanet sadece Aziz Yıldırım'a mıydı acaba?
Hoş, o anlardaki ruh halinin önlenemez noktaya gelmesi bizi aşan birtakım sosyolojik vs. tahliller içerir.
Merak ettim tribünlerde zengineri görmek isteyen zihniyetin bir aparatı olan F.Gürses bu konuda neler dedi acaba.
Zengin çocukları futbolcu olsun filan demedi mi hala...

8 Nisan 2009 Çarşamba

batuhan


Eskişehir Batuhan'ı kadro dışı bırakmış. Sebebi malum. Bence bunu Eskişehir çok önce yapmalıydı. TV'lere yaptığı "Eskişehir'e Yula için geldim." açıklamasından sonra olabilirdi bu uzaklaştırma. Bence Eskişehir için hayırlı olmuştur bu karar.
Nedir,
Futbol hakikatte bir yetek işi değildir, karakter meselesidir. Nice yeteneğin mum gibi eriyiverdiği nasıl açıklanabilirdi ki yoksa..

1 Nisan 2009 Çarşamba

milli maça dair


Milli takım ikinci maçta da yenildi İspanya’ya.
Baştan söyleyeyim. İçerdeki İrlandalı olmayı göze alarak yazacağım.
1. Milli takım beni gururlandırdı, diyor Rıdvan. Onu gururlandıran takımın ortada kör dövüşü şeklindeki mücadelesiydi galiba. Dedikleri gibi bir alay bal yapmayan arı koşuyordu orada. Eğer bu iyi oynamaksa, iyi oynadık.
2. Semih fanatikleri bana kızabilir. Ama gol dışında, ki o golü atmamak ayıptır artık, ne yaptı Maldonado’dan farklı olarak? Bilmiyorum, göremedim.
3. Neyse ki Arda diye bir adam vardı da bir şeyler yapar gibi olduk.
4. Kendi takımlarında oynamayan veya mecburen oynayan, kerhen oynayan adamlar milli takımda banko hala. Türkiye liglerindeki diğer tüm futbolcular şu milli takımı görünce F. Terim’e ne kadar sitem etseler azdır kanımca.
5. Guiza girer girmez gol pozisyonuyla buluştu. İkincisini hakem ofsayt diye durdurdu, alakası yoktu. Üçüncüsünde golü attırdı. Fenerde Guiza’yı eleştirirken lütfen Alex faktörünü unutmayınız. Üç nokta…
6. Guiza oyuna girince ıslıklandı. Sebebini anlayamadım. Nasıl bir histir o? Acaba diyorum, İspanya’daki maçta Nihat ıslıklandı da mı bir karşılık verildi?
7. Son olarak; milli takımın çok ama çok önüne geçmiş, korkunç bir egoya sahip F. Terim’den bir önce kurtulmak gerekir. Bu yenilgi bu anlamda hayırlı bir yenilgidir. Milli takımın ve hatta Türk futbolunun selameti için bu olmalı artık. Bir tek kral veya kahraman olmalı, o da milli takımın kendisi olmalı. Siyasette, sanatta, sporda yıllardır şu sahte kahramanlardan çok çektik. Yetti artık.

30 Mart 2009 Pazartesi

milli forma


Trabzonspor'un, başarılı defans oyuncusu Egemen Korkmaz "milli formayı hak ediyorum, neden çağırılmadığıma bir anlam veremiyorum." diyor.
Ah, Egemen kardeşim burada anlaşılmayacak ne var; orada bir Fatih Terim çeteleşmesi söz konusudur. Dolayısıyla da onun has adamları giyecektir milli formayı. Bak, Alpay'ı çağırır seni çağırmaz.
Bu durumu köşesinde Erman Toroğlu "senatörler" diye izah etmiş.
Kibar konuşmuş.

24 Mart 2009 Salı

nasıl sevdik futbolu


Futbolu biz sokak aralarında sevdik; taş girmiş avuçlar, parçalanmış dizlerle. İki portakal ağacını kale yapıp sevdik, kâğıtlardan toplar öbekleyerek.
Televizyondan otuz saniyelik özetlerle, daha çok radyodan sevdik örneğin Orhan Ayhan, Tansu Polatkan bağlanırken İstanbul’dan, İzmir’den, TRT’den… Onlar en tarafsız halleriyle bile taraf olarak anlatırken maçları biz daha çok bilenmiş bir keskinlikle “en taraf” olarak sevdik.
Pırasa Tarlasında, Yapı Meslekte, Yeşilevlerde, Şakirpaşada, Köprüköyünde, Milli Mensucatta, Emekte, Mıdıkta, köy sahalarında, meralarda kavga dövüş sevdik futbolu.
Bir elektrik direğine veya eski zaman evlerinden birinin kerpiç duvarına sabitlenmiş Çukurovaspor, Güneygençlik, Rayspor, Kanalgücü, Garipspor, İdmanyurdu, Fırtınagücü maç ilan tahtalarıyla sevdik:
________________________________

Rakip:…
Saha:…
Saat:…
Netice:…
Goller:…
________________________________

Her golü kavgalı tarla, arsa maçlarıyla sevdik, bazen sonsuz ovanın bir kıyısında.
At arabalarının üzerinde deplasman yolculuklarıyla, kelle başı 25 kuruşa kendi öz kaynaklarımızla sevdik, sponsorsuz; orlondan yapılmış iki yıkamada şekli kaçan ama rengi duran formalarla…
Mahalle, köy turnuvalarına hatta yakın ilçelere, şehirlere giderken sevdik şu futbolu.
Cik Hüseyin’le, Pusu Yusuf’la, Domdom Ali’yle, Şehmuz’la, Veysel’le, Baston Sülo’yla, Emrullah’la, Cemil’le, Özbey’le omuz omuza karşı karşıya sevdik.
Pele’yle efsanesini duyduk ama Maradona’yla “Allah’ına kadar sevdik” futbolu.
Futbolu ülkenin turuncu güneyinde sevdik hakikatte, öyle sevdik.

18 Mart 2009 Çarşamba

imkansızın ardında


Joe HAVALANGE “ben buraya futbol denen oyunu pazarlamaya geldim” diyerek FİFA başkanlığına soyunur, başkan olur ve futbolun o amatör çehresini hakikaten değiştirir. Zamanla futbol, çok uluslu şirketlerin at koşturduğu en verimli ticari olan olur. Sömürü zinciri Afrika’da en yoksul Asya’ya kadar uzar (bildiğiniz şeyler...).

Bu durumu bir başka şekilde saptayan Sergio Cragnotti “başka hangi malın üç milyar alıcısı vardır?” diye sorar aslında yanıtı kendi içinde bir cümleyle.
Futbolun içindeki ve aslında futbolun önündeki kar-zarar hesabı pek karmaşıkken ve de bizler bloglarda saf futbolun peşine düşmüşken, acaba diyorum ölümsüzlüğün ardındaki Gılgamış gibi olmaz bir hayalin yazılarını mı yazıyoruz?
Evet, öyle yapıyoruz.
Ama vazgeçmiyoruz.
Çünkü(Hakan Savlı'nın dediği gibi) "çıkmaz sokaklardan çıkarız aşka"...
Bu işi böyle seviyoruz...

11 Mart 2009 Çarşamba

bülent emre ve saire


Aşırı Motivenin Gaz Salınımı

Futbol sahadan terörize ediliyor. (Süper ligde, bu hafta) Tanık olduğumuz olaylar malum. Vaktiyle tribün terörü için “maddi” çözümler üreten Kemal Dinçer ve Faik Gürses gibi “futbol fikir adamları”; antrenörlerin, futbolcuların saha içindeki “enteresan” davranışları için acaba nasıl çözümler üretecekler?

Ne yapılsın? Sadece asiller, zenginler, sör’ler, fabrikatörler, pek saygın elitler mi hocalık yapsın takımlarda ve bunların aynı nitelikteki çocukları, yakınları mı futbolcu olsun?

Hala “sadece parası olanın mı futboldaki türlü terörün önüne geçebileceğini” düşünüyorsunuz.

Ne yapılsın? Böyle hocalar ve oyuncular belli bir maddi bedel ödeyerek mi kulüplere hizmet etsin? O zaman her şey daha mı kibar seyreder? Bize böylece dikensiz bir gül bahçesi vaat ediyor musunuz?

Üstatlar, ne diyorsunuz bu rezillikler üzerine, ne öneriyorsunuz?

Kimleri asalım?

6 Mart 2009 Cuma

yapma bunu rıdvan


"Yüzde Yüz Futbol"da Güntekin Onay, GS-Bursaspor maçını yorumlarken "sezonun en kötü maçıydı diyor GS açısından. Rıdvan ise o noktada Bülent Korkmaz'ın paçasını kurtarmak için (kendince) hemen Skibbe'yi atıyor ortaya "ama" diyor "kötü oynadığı maçı kaybetmiyor, Skibbe zamanında dağılıyordu" diye ekliyor. Oysa aynı Rıdvan hakikaten ligin en güzel futbolunu oynayan GS için hayranlığını gizleyemiyor, "halı saha" takımı benzetmesi yapıyordu.
Yapma Rıdvan, Bülent Korkmaz arkadaşın olabilir, onun yönetiminde takımı kötü de oynayabilir, talihinin yardımıyla bu haftayı da kurtarmış olabilir, bunlar doğaldır, futbola dahildir. Ama her defasında Skibbe'ye vurarak Bülent'i konumunda tutma gayretkeşliği ve aslında işgüzarlığı olmuyor. Sizin kendi aranızdaki olası "eski topçular samimiyeti" bu taraftan bir samimiyetsizlik olarak görünüyor.
Bırakın bu ahbap çavuş yorumculuğunu, herkes işini yapsın. İş adamcılığa dökülmesin. Bülent Korkmaz'ın da Galatasaray'ın da böyle şirinliklere ihtiyacı yoktur kanımca.

3 Mart 2009 Salı

Ürün ve Müşteri


Bu aralar futbolun “sermayecinin” eline bir “sermaye” olarak düşmesine tanık oluyoruz bir kez daha.

Süregelen bir hal bu.

Her takımın gündeminde ve hayalinde medyatik ve sektörsel atraksiyonlar vardır çeşitli kıvamlarda. İşte kredi kartıdır, hisse senedidir, telefon hattıdır falan filan… Ama sonuna baktığında filmin bu hevesler bir manada “sermayeyi kediye yüklemek” gibidir. Yakın zamanda yaşanan küresel ve yerel ve de teğet krizler buna bir gösterge değil midir? Neyse…

Şimdi biz şuradan başkanımıza sesleniyoruz; olur da bu gelişmelerden etkilenir, bu tarzda bazı girişimleriniz olur diye:

* Biz kredi kartı filan istemeyiz. Bu, Adanaspor logolu bir kart olsa da. Bu karttan dolayı bir tek kişinin bile kontrolünün dışına çıkıp işin sonunda ailece mağdur olması canımızı sıkar. Meselenin müşteri sömürüsüne, çalışanın bu yolla bir tür esaret altına alınmasına, sonrasında maaşının ilelebet bankaların tahakkümü altında kalmasına, böylece o insanların “taammüden” en rezil işlerde insan haysiyetine uymayan biçimlerde çalışmak zorunda bırakılmasına yani köleleştirilmesine değinmiyoruz bile.
* Hepimizin Adanaspor davasına dair genel sözleri “senet” olsun, “hissemiz” de bu aşkın bizatihi kendisi olarak kalsın.
* GSM alt yapısı da istemeyiz. Hatta Adanaspor mevzusunda herhangi olası bir iletişimsizliğe, kapsama arızasına (yakın geçmişimizde olduğu gibi) yol açmasın diye dumanla bile haberleşmeye razıyız. Yani telefon bilmem neyi altyapısı yerine Adanaspor altyapısının canlılığını tercih ederiz. Altyapısı bu anlamda sağlam bir takım, herkes kabul eder ki, geleceğe aslında en büyük yatırımı yapmış demektir. Bakın hala anıyoruz Kayhanları, Feyzullahları…

Bir Adanasporcell’den konuşmaya “Adanaspor altyapısında yetişen Messi” şeklinde konuşmayı ziyadesiyle ister ve tercih ederiz.

Müşteri değil, hep taraftar olarak kalmak istiyoruz.

Bize bir kaşkol de yeter!