31 Temmuz 2009 Cuma

d. guiza


Honvet'e Guiza 3 gol attı. Coştu, coşturdu.
Daum da onu alkışlatmak için (öyle de bir geyik var) oyundan erken aldı ve de alkışlattı.
(Bu durumda niye alınır ki bir sorun yoksa futbolcuda, adam almış havasını bırak 4. / 5. gollerini de atsın... alkışlatmakmış. Onu son bir dakikada yap, daha 20 dakika varken değil, di mi...)
Dün bir kez daha görüldü ki, futbolda dün yoktur, sözü futbolun kendi gerçekliğini en iyi ifade eden, özetleyen sözdür.
Dün yuhaladığını bugün alkışlamak, sonra yine yuhalamak...
Ah, bir gol attı adamımız, dönüp bir daha alkışlamak...
Şimdi Daniel'i yerden yere vuran spor yazarlarını merak ediyorum, ne diyecekler...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

normaldir normal...


Fransa üst-orta sınıfından entelektüel düzeyi yüksek bir aile, yemek masasının başucundaki televizyonda Irak'tan Amerika'nın gerçekleştirdiği katliam görüntüleri gösterilirken, hiçbir şey olmuyor gibi sakin bir şekilde kızarmış tavuk yiyip şarap içmeye devam ederler. Ünlü yönetmen Michael Haneke soykırım sorununu işlediği başyapıtı, "Saklı" filminde kapitalizmin algılarımızla nasıl oynadığını, günahlarının tarafımızdan nasıl normal olarak yorumlandığını yukarıdaki sahneyle anlatır.

Herhangi bir şey bizim için artık normalse, varlığı, nedenselliği sorgulanmaz. Olması tabiatı gereğidir.

Kapitalizmin her üç- beş yılda bir teğet geçmeyip içimize işleyen krizleri normaldir.

Savaş ekonomisinden palazlananlar rahatsız olmasın diye savaşın devam etmesi ölmesi normaldir.

Doğru, düzgün bir eğitim ve sağlık hizmetine ancak paramız varsa sahip olabiliriz. Çünkü her hizmetin bir bedelinin olması normaldir.

Ve bizlerin en büyük eğlencesi olan, toplumsallığın yapıtaşlarından futbolun burjuva sporuna doğru evrimleşmesi artık normal.

önceki hafta yayımlanan Arena programında Aziz Yıldırım naklen yayın paketinin senelik 400 milyon dolardan az olmaması gerektiğini söyledi. Yıllardır maçlar şifreli kanallarda yayınlandığı için şifreli kanallar hakkında tek bir kelime edilmedi. Çünkü paralı yayın artık normal.

Taraftarsak,

Oyuna gönül vermişsek,
Mahalle aralarına karşılıklı iki taştan kaleler kurarak Metin, Feyyaz, Rıdvan, Sergen, Tugay, Hagi, Arda, Feyzullah, Kayhan, Miliç olmuşsak,

Sınıfımızı okul turnuvasında temsil etmişsek,

Sevinçten ağlamanın hazzını ve duruluğunu ilk defa Kubilay Türkyılmaz Manchester United'a karşı 3. golü attığında yaşamışsak,

Tek yürek olmanın ne demek olduğunu İnönü Stadı'nda Liverpool maçını çarşıyla beraber izlerken öğrenmişsek,

Eşi benzeri olmayan büyük yazar İslam Çupi'nin "Fenerbahçe büyüklüğü ne kupa büyüklüğü ne de şampiyonluk büyüklüğüdür. Fenerbahçe büyüklüğü öyle bir büyüklüktür ki, adı konamaz" cümlesini her okuyuşumuzda tüylerimiz diken diken olmuşsa,

Turuncu; yoktan varolurken yine, buna selam durmuşsak,

Ve biz kolbastı oynuyorsak, timsah yürüyüşü yapmışsak, "alkaralar"sak, Azizler, Adnanlar, Yıldırımlar ve ardıllarınız hangi hakla bizleri müşteri olarak kodlayıp durumu 'normal' olarak servis etmeye çalışıyorsunuz.

400 milyon dolar ağızların suyunu akıtabilir belki. Peki, şu anda maç seyretmek için kaç kişi verebilir yıllık 600 lira? Bahsi geçen sayıya ulaşabilmek için de Allah bilir yayıncı kuruluş yıllık aboneliği 1500 liraya çıkarır. Daha da ötesi yukarıdaki isimler kulüp başkanı seçilirken hangimize sordular? Üye olabilmek için bilmem kaç bin avroyu, takımlarımızı halkın gönlünden koparıp burjuvazinin oyuncağı haline getirmeyi hangi hakla isteyebiliyorlar?

Paralı yayın sayesinde elde edilecek gelirle bizleri Avrupa şampiyonluğuna taşıyacak süper yabancı transferlerine gelirsek. Onlar önce kulübün kanını emen Lincoln, Higuain, Delgado, Seriç, Diatta, Gordon Schildenfeld, Josico, Maldonado, Aragones, Juan Figer'le yapılan anlaşmalar, sırıtarak verilen pozlar hakkında hesap versinler. Sahip oldukların şirketlerin, kulüp yönetimine girmeden önceki ekonomik konumlarıyla şimdiki konumları hakkında soru sormaya belki pek hakkımız yoktur ama takımlarımızın uluslar arası başarısının yolunu altyapıda değil de yabancı transferinde gören zihniyete yukarıdaki transferlerden sonra kulüplerimizin kendilerine ne kadar borçlandıklarını bilmek de en doğal hakkımız.

Cebinde parası olanımız, olmayanımız spora gönül vermişsek, gelmeyelim bizleri müşteri olarak gören zihniyetin oyununa.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

don kişot olmak


Ajanslarda rastlanan kıyaslardan bahsedelim. Malum transfer dönemi ya, kim ne kadar alır, hangi takım ne değerdedir... gibi yorumlara sıkça tanık oluruz.
İşte böyle bir haber üzerinden gidelim. Çıkış noktamız Ajansspor'un çalışması olsun. Şöyle:
En pahalı takım, "Fenerbahçe: 100.926.000 Avro" ile...
En "pahasız" takım, "Diyarbakırspor: 8.277.000 Avro" ile...
Bu anlamda en kıymetli futbolcu "Arda: 15.000 Avro" ile...
Diyarbakısporlu bir futbolcunun ortalaması da basit bir işlemin sonucundadır.
Durum böyleyken yorum da ortadadır, fazla bilmişliğe gerek yok. Üstelik yeni bir şey de değil bu. Futbolun tabiatı böyle, dünyanın her yerinde böyle.
Ne yapalım, futbola küselim mi tavşan-dağ misali? Hepimiz "büyük" takım taraftarlarına mı dönüşelim, bu adaletsiz mücadelede daha az üzülmek için? Yoksa, "benim takımım her haliyle değerli ve güzeldir, her bir futbolcum kıymetlidir" geleneksel yaklaşımıyla Don Kişot olmaya devam mı edelim?
Benim cevabım Don Kişot olmaktan yana.
Varsın takımım Süper Ligde bile olmasın, sahaya çıksın, topunu oynasın.
Biz yel değirmenlerini canavar bilip onlarla savaşmanın keyfinden de haz alırız.
Nazım'ın dediği gibi; Teslim olmamakta bütün mesele...

10 Temmuz 2009 Cuma

hücum...futbolu...


F.Bahçe-Inter maçı sonrasıydı. “Ne oldu bilmiyorum ama Kezman ile Edu arasındaki mesafe 50 metreye indi ve Fenerbahçe tarihinin en görkemli oyunlarından birini sahneye koydu”. Futbol literatürümüze sevgili Ömer Üründül sayesinde ‘bloklar arası bağlantı’ olarak giren durumu Mehmet Demirkol daha sade şekilde yukarıdaki cümlelerle ifade ediyordu. Sonraları Zico’nun takımının başarısını anlatmak isteyen kim varsa lafa, en gerideki adamla en ilerideki adam arasındaki 50 metre, diyerek başlıyordu. “Şampiyonlar Ligi’nin şifresi: Ne olursa olsun yenilme” , “iki yönlü oyuncu”, ön libero yerine ‘çapa’ Mehmet Demirkol sonrası yazın dünyamızda daha sık kullanılır olmuştu.

Ben de dahil oyuna gönül verenlerin, kafa yoranların, takip ettiğini düşündüğüm yazar, geçtiğimiz günlerde köşesinde “Rijkaard’ı Rijkaard yapacak olan” başlıklı bir yazı yazdı, oyunun geleceğine dair. “Hız artık her şey... Ve bu yüzden artık klişeleşmiş maç yorumlarında kullandığımız cümleler süratle manasızlaşıyor. Misal rakibi ceza sahası çevresinde baskı altına almak artık o kadar da şart değil. Hatta belki de bazı seviyedeki takımlar için istenmeyen bir durum. Çünkü rakip alanda baskı kurmak sizin için daha dar alanlar ve rakip için daha geniş alanlar anlamına gelebiliyor. Bu durumda hızlı ve mesafeden bağımsız şekilde olumlu pas kullanabilenler için baskı yemek bir avantaj bile olabilir…Futbolun geleceği kontrataktır. Oyun artık böyle. Başka türlü bugünün oyunu içinde baş ve yardımcı aktör olma şansı yok.”

Aynı yazıda neo-kontratağın temsilcileri olarak Barcelona’yı, Manchester’ı, Chelsea’yi, Shakhtar’ı, Inter’i, Wolfsburg’u, Sivasspor’u sıralıyor, Bülent Uygun’un, Ersun Yanal’ın, Skibbe’nin, Aragones’in de bu anlayışın geçen seneki bayraktarları olduğunu belirtiyordu.

Şaşırdığım ve yazarın futbol aklımızda payı olduğunu zannettiğim için de üzüldüğüm bir yazıydı. Shakhtar kupa finalinde Werder Bremen’i rakip sahaya hapsedip, pas manyağı yapmış, ceza alanında çoğalamasa da seri çapraz paslarla boşluk yakalamak için çalışmıştı. Arsenal ve Barcelona her maçta aynı oyunu oynamaya çalışıyorlar: Rakip sahada seri ve hızlı tek topa dayalı pas oyunu. Manchester ve Liverpool da o kadar kısa pas olmasa da çapraz toplara dayalı pas organizasyonu peşindeler. Beş takımın da oyuncuları oyunun merkezini sürekli ileriye taşıyan, defans ikilisi defansı orta sahaya yaklaştıran ekipler. Forvetlerine bakarsak Eto’o, Rooney, Torres, Tevez, Adebayor. Çabuk, dar alanda deparı olan, sırtı kaleye dönük topla buluşup dönebilen, defans oyuncusuna şarj koyup mücadele eden, verkaça giren, Hakan Şükür ve van Hooijdonk gibi diğer forvetlere asist yapıp, çapraz koşularla alan yaratan, ama diğer taraftan da Owen, Holosko, Guiza ve Sercan gibi geniş alan bulunca rakip defansı perişan eden isimler.

Başka bir oyun mümkündür deyip pivotsuz futbola evet, ama bu takımlar pivotsuz oynuyor diye oyunu kendi alanlarında kabul edip kontratağa yattığını söylemek, Barcelona’nın hücum futbolunun değil de kontratak futbolunun bayraktarlığını yaptığını ileri sürmek tuhaf olmuyor mu?

Oyunun merkezini kendi sahamızda kabul edip, yakalayacağımız boş alanlarda hızlı forvetlerle sonuca gitmeye çalıştığımızı varsayalım. Karşı tarafta aynı düşünceyle sahaya çıkmışsa ne olacak o zaman? Savunma oyununu tercih eden takıma, kontratakla nasıl gol atılır? Hepsinden önemlisi böyle bir oyunu takımın taraftarı değilse kim izler? Bir de hücum anlayışıyla sahaya çıkan iki takımın servis edeceği lezzeti düşünün. 4-4’lük Milan-Liverpool maçının görselliğini unutabildik mi? Sırtı kaleye dönük oynayamayan, kontratağın dev ismi Shevchenko Chelsea’de niye kayboldu? Guiza İspanya’daki boş alanları bulamayınca sonuç ortada buna rağmen Fenerbahçe Daum’la kontaratağa dayalı oynarsa ligde nasıl başarılı olur (Avrupa’yı zaten düşünmüyor)? Mustafa Denizli forvetini Nihat-Holosko’dan oluşturursa İnönü’de ortanın üstü takımlara pozisyona girebilir mi?

Sayın Demirkol’un ‘kontratak öğretisini benimsemişti’ dediği Skibbe’den, Aragones’ten, Bülent Uygun’dan herhangi bir futbol hazzı alabildik mi? Ve oyundan alacağımız zevk her şeyden daha önemli değil mi

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Rijkaard


Çocuktum, Hiddink'i kim, nasıl gönderdi hatırlamıyorum. Rusya, Güney Kore, Avustralya ve PSV'ye tarihinin en başarılı dönemlerini yaşatan dahiyi, liberosuz sistemle oynamaya çalıştığı (ki bugün tüm takımlar liberosuz), Müjdat'a fazla şans vermediği için nasıl aşağıladığımız halen aklımda. Del Bosque geldiğindeyse Barcelona taraftarı olduğum ve hücum futbolu oynayacak bir takımımız daha olduğu için çok sevinmiştim. İspanyol hoca “Hopdediks”, Zidane, Raul, Figo ve Ronaldo'dan sonra Berkant'larla, Ali Güneş'lerle aynı başarıyı tekrarlayamayınca (ki bunun için getirilmişti) 100 muhteşem Türk'ten biri olan Reha Muhtar, deli, dallı hoca dediği Hopdediks'in gönderilmesi için yazılar döşemeye başlamıştı. Sinan Engin ve Reha Muhtar gibi damardan Beşiktaşlılar futbolu ve Beşiktaş'ı daha iyi tanıdıkları için de Yıldırım Başkan, bıyıklı amcamızın biletini üç-beş ayda kesiverdi. 8 milyon avroluk tazminat tabii ki kulübün kasasından ödeniyordu, sonuçta her şey Beşiktaş içindi.

Bugünse Rijkaard Galatasaray'da. O'nu bu diyarlara getirenin para olduğunu pek sanmıyorum. Asıl mesele kendini kanıtlama ihtiyacı. 3-4 milyon avroyu Premier Lig takımları da verebilirlerdi. Buna rağmen Türkiye'ye gelmesindeki etken orta düzeyde bir Avrupa takımını da iki basamak yukarıya taşıyabileceğini göstermek istemesi. Ronaldinho, Eto'o ve Iniesta'lı takımı babam da şampiyon yapar diyenlere İstanbul'dan selamlarını gönderecek, tıpkı milli takımdan ustası Hiddink'in Güney Kore'de yaptığı gibi. Ronaldinho, Eto'o, Iniesta demişken... Barcelona öncesi Ronaldinho'nun PSG'de hocası Louis Fernandez ile problem yaşayıp yedek kulübesinde paslandığını, Eto'o'nun her sene Real Madrid tarafından oynatılmadan Mallorca'ya kiralandığını, Iniesta'nın da 19 yaşında altyapıdan yeni çıkmış bir çömez olduğunu hatırlatmak isterim. Messi, Dos Santos ve Bojan Krkiç'in de Rijkaard döneminde 17 yaşında forma giydiklerini düşününce Semih Kaya'lar adına sevinmemek elde değil.

Futbol anlayışına gelirsek, on gün önce Roma'da şampiyon olan Rijkaard'ın beş yılda oturttuğu akıldı. ‘Ama Barcelona Cruyff'tan bu yana aynı oyunu oynuyor' demeden önce Rijkaard öncesi Barcelona'mızı hatırlayalım: Van Gaal, Rexach, Senna, Antiç… Her maçta rakibe verilen en az beş, altı pozisyon, son derece kırılgan bir takım savunması, hücumdaysa sadece Rivaldo'nun ayaklarına bakan, Barcelona'nın ‘Rivaldolona' olup beş yıl üst üste şampiyon olamadığı, takımın altyapıdan Puyol ve Xavi dışında adam çıkaramadığı kabus dolu yıllar. Guardiola'nın takımında defansın arkasına atılan 40-50 metrelik sürpriz paslar dışında (o da Sivasspor gibi elli defa değil, bütün maçta bir iki defa) Rijkaard'ın takımından farklı şu vardı diyebilen var mı? Pas organizasyonunda, topa sahip olmada, bekleri açığa çıkarmada, çapraz toplarda, defansı orta sahaya yaklaştırmada, alan daraltmada? Peki ya Mourinho'nun Chelsea'sine karşı yapılan unutulmaz düellolar? Benim için futbolun zirvesiydi, bu yıl 4-4'lük Liverpool maçlarının yaklaşacağı.

Zeki Demirkubuz sinemamızın başyapıtlarından olan “Masumiyet”i çektikten sonra gerileme dönemine girmiş, “Bekleme Odası”yla dibe vurduktan sonra “Kader”le beni benden almıştı. Rijkaard da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan sonra bir düşüş yaşadı. Nou Camp'ta sallanan beyaz mendilleri hatırlıyorum da, neyse. Tıpkı Hagi, Taffarel ve Kewell gibi geri dönüş için gelebileceği en iyi kulüpte. En büyük şansı ise kendine aşık olmaya hazır bir taraftar topluluğu, hem de kariyerinde ilk defa.