9 Aralık 2010 Perşembe

©


Eri©Cantona

Bir futbol muhalifi...
Yetmez, bir futbol hiddeti… Öfkesi kendinde güzel adam... Tribünlere uçan tekme... Bilir çünkü, herkes haddini bilecek, anlatır da öylece.
Prensip meselesidir anlatmak, nasıl anlatacağını kendin tayin etmek.
Futbolu bıraktıktan sonra bir tiyatro grubu kurar.
Ne güzel!
Geçenlerde bir Fransız filminde izledim. Anlaşılanından: )) Mafyanın adamı, Babanın sağ kolu ve de Babanın sevgilisine âşık... Ama bunu demeyecek kadar da delikanlı. Filmdir evet, hep kurgu. Olsun. Ama filmin sonunda hayatta kalabilen tek adamdır: ))

Arada güzel çıkışlar yapar, taşı gediğine koyar.

Yahu, derim ki, geçsin Chp’nin başına vallahi de billahi de onları tek başına iktidar yapar. Ne karizma bırakır RTE’de ne caka, ne hava. Alır âlemin paçasını aşağıya imaj muhabbetinde de. Adam üstelik çakma futbolcu da değildi padişah hazretleri gibi. Futbolcunun da hası idi… Rica edilse seve seve gelir, meselenin boyutu evrenseldir bir yanıyla, gelir bir omuz verir mücadeleye.

Geçenlerde ne güzel dediydi:
“Yüz binlerce insan gidip bankalardan parasını çeksin, kapitalizm çöksün” diye… Cantona bu, adamın hayatla bir meselesi var. Güzel insan. Telaşlanıvermiş o tefeci bankacılar, karşı açıklamalar gelmiş. Ama eminim susmaları gereken yerde de susmuşlardır. Uçan tekme için biraz geçse de uçan bir sille pek ala mümkündür.
Nedir, bizim futbol diyarımızın da aslında böyle has adamlara ihtiyacı vardır; hükümetçi, ayak oyuncu, lobici, cemaatçi, eyyamcısına değil…

Hürmetler Mösyölerin hası Eric Cantona…

8 Aralık 2010 Çarşamba

puslu



İsli puslu, tozlu bir gün batımı,
birkaç çocuk top tepiyor orada,
sınır boyu mu nedir,
bir asker nöbet tutuyor
işgalci mi acep,
bir tür direniş noktası mı oluşturuyor futbolla çocuklar
birazdan bir isyandır başlar...
Başlar mı?

27 Kasım 2010 Cumartesi

1.lig


Yeni Format

Bank Asya 1.LİG GÜNLÜĞÜ yeni bir yayın dönemine girdi. Bundan sonra cumartesi, pazar ve pazartesi olmak üzere 3 gün yayımlanacak. Ve maç saatlerinde canlı yayınla bağlanacak. Bu canlı bağlantıları da Banu Uzpeder sunacak. Sanırım çok güzel olacak. Şimdiden başarılar, kolaylıklar…
Bu formatıyla yapımın daha dinamik ve biraz daha etkili olacağını düşünüyorum. Maç sürecinin izleyiciyle, bir maçın mümkün olan tüm ayrıntıları dâhilinde buluşması başka bir renklilik sağlayacaktır. Bu yayın zaten nitelik olarak belli bir kaliteye yükselen 1.ligin kıymetini biraz daha artıracaktır.
Hadi o zaman: ))

25 Kasım 2010 Perşembe

4 Ekim 2010 Pazartesi

futbol ve edebiyat

Adanaspor Şiirleri Kitabı

Şimdi elimizdeki çalışma yine bir ilktir. Adanaspor’a dair futbol şiirlerini yayıma hazırlıyoruz. Adanaspor, Adana, eski futbolcular, Gündüz Hoca, 20 Eylül, kapanış, yeniden doğuş, bize dair birçok imge bir şiir evreninden geçip dizelere dönüşecek, yeni çağrışımlarıyla. Ve 2010 içinde kitap olacak. Bir ad bulamadık henüz kitaba. Şimdi şöyle diyoruz: “Bir Maziye Dair, On Sekiz Adanaspor (Futbol) Şiiri”

Buyurun, isterseniz ilk şiirden birkaç dizeyi paylaşalım burada, devamı kitapta…
__________________________

1

Adana İçin

(Bana Anlatma)

Bana anlatma kaybetmeyi

Kederli akşamüstlerini bana anlatma

Kimsesizliği anlatma bana

Kendi sokaklarında kaybolan şehri

Ki bir toz bulutudur artık

Tribünden kalan uğultular, bir bir yok olurken yaralar



Oysa bu şehrin sokakları aşinadır bize

İlkyazda portakal çiçeği kokusu

Bir totem olur yalnızlığımızın şehrine

Âşık olursun da bilmezsin ince yağmurlarında Adana’mın

Derken

Tribün kendi kendine susar

Bir gol atmışızdır kalemize, bir gol daha



Bize anlatılmasın kaybetmenin zalim kederi

Ki acının tarihi bu topraklarda yazılmıştır

Pamuk tarlalarında, turuncu günbatımlarında…

30 Ağustos 2010 Pazartesi

hariçten gazel

Dışımızdaki Hayat

Adanaspor dışındaki futbol âlemine kısaca baksak üç İstanbul takımındaki son gelişmeler üzerinden.

Fenerbahçe sanırım “güçsüz” bir hocanın kurbanı olacak. Bu güçsüzlük “iktidar olma”ya dair bir şeydir. Avrupa’dan yaralı dönüş, prestij ve daha önemlisi para kaybı orayı karıştıracak gibi. Orada da futbolcular, yönetim, teknik ekip, taraftar mutsuz. Ama galip gelinseydi o kaybolan maçlarda sorunlar böyle sert bir biçimde ortaya çıkmayacaktı, olağandır ki… Neymiş, her “3” puan bin ayıp örter.

Beşiktaş’ta durum yukarıdaki son cümlede saklıdır bence. Galip gel, tartışılma, fena eleştirilere maruz kalma. Orada bizi ilgilendiren galiba Ersan’ın oynaması… Bizden giden bir futbolcunun önce BJK’de banko oynaması, sonra milli takıma uzanması… Genel tahlilde ise yıldızlar geçidi oluşturan bu takımın bile en küçük bir sürçmede tribün zulmüyle her an karşılaşabilecek olmasıdır. Çünkü bu durum ne yazık ki bir tribün niteliğine dair Türkiye fotoğrafıdır gayri…

Gelelim Galatasaray’a… galiba aşağıdaki cümleler için ettim bunca lafı, yoksa bana ne oradaki hallerden. Aslında bana ne de değil. Birbirini taklit eden tribünler, takımına olur olmaz tepkilerle zarar vermeyi daha çok taklit ediyor, balık oralardan kokuyor haddizatında. Bu yüzdendir ki her toplumsal mesele vs ilgi alanımızdadır.

Gelemedik Galatasaray’a: ) Turuncu kökenli olduğu için severim Rijkaard’ı. Onun için GS’nin başarılı olmasını istiyordum. Bir de…

Bence Rijkaard yönetim aczinin kurbanı oldu. Özellikle o Adnan Sezgin denenin. Hazzetmediğim ve sanırım Adanasporluların da sempatiyle bakmadığı birdir. Uzanlar döneminde Adanaspor’un önünü ısrarla ve bile isteye, itinayla, dikkatle tıkayan bir adamdı, o dönemki İstanbulspor’un bir yöneticisi ve Uzanların futbol sorumlusu olarak… O dönemde Uzanların futbolda aradığını, onca paraya rağmen bulamasında Sezgin Adnan’ın kayda değer bir katkısı olmuştur.

Biz yazımıza dönelim yoksa ağzımdan kötü laflar çıkacak onun için.

Bir de… deyip kesmiştim lafı yukarıda. O bir de Fatih Terim’dir. Futbol gündemimizden o ismin düşmüş olması ferahlatıcı bir haldi. Fakat GS kulisleri işlerin hiç de öyle olmadığından bahsediyordu zaten. Rijkaard’a karşı İstanbul’da Bizans oyunları doğal olarak… Fatih Terim’i oraya geri getirme çabaları alttan alta… darbe için uygun koşulları hazırlama bekleme taktik ve stratejileri. Valla bir Galatasaraylı olsaydım şu meseleyi dava eder ve Ergenekon mevzusuna dâhil edilmesini isterdim. Şaka bir yana son gelişme şöyle: GS eleniyor ve Arda, Ayhan, Gökhan Zan, Mustafa, Servet, Serdar Özkan Rijkaard (ki gölümüz ve iyi dileklerimiz hep seninle Rijkaard) ile hiç konuşmuyor ve kendi aralarında yarım saat süren bir toplantı yapıyor. Evet, bir tür gemide isyan… Korsan filmlerinden öğrendiğim kadarıyla bunun cezası da yelken direğinde sallandırılmaktır…

Asıl bomba şöyle patlıyor. Ki o da dayanamıyor ve konuşuyor, planları adeta ifşa ediyor. Kim mi Mehmet Ağar! Hürriyet gazetesine göre Mehmet Ağar, Adnan Polat’ı arıyor ve Fatih Terim’i getir başkan, diyor. Güzel Ülkemdeki o karanlık dönemin bir ismi böylece bir kez daha, Galatasaray’daki şu karanlıkta da görünür oluyor.

“Kamuoyundan oluşan o baskıyı ancak o göğüsler ve takımı düzlüğe çıkarır.” diyor Fatih Terim için. İyi de sonra kamuoyunda o oluşan o baskıyı göğüslemek için millet kime başvuracak? Kim ilaç olacak o deli egoların zulmüne?

Durum böyle buradan bakınca!

Nedir? “Kaos ki en çok yakışandır futbola!” ve o sihirli 3 puan/lar da her derde devadır!

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Dünya Kupasından Kısa Kısa

Dünya Kupası'nın ilk maçlar pek keyif vermese de sonradan sonraya fena sardık. Grupların özellikle son maçlarıyla beraber iyice kupanın havasına girdik diyebiliriz. Artık son dört: Hollanda, Almanya, İspanya, Uruguay.

* Kupa % 75 Avrupa'da kalacak.
* Uruguay'ın son dörde kalan takımlar içerisinde en zayıfı olarak gözükmesi yüzdeyi biraz daha Avrupa lehinde belirginleştiriyor.
* Son iki maçta 8 gol atıp, Arjantin ve İngiltere gibi futbolda söz sahibi iki ülkeyi saf dışı bırakan Almanya'yı mutlak favori olarak göstermeye başladı değerli otoritelerimiz.
* Oysaki daha düne kadar favori Brezilya, Almanya-Arjantin maçından önceye kadar da favori Arjantin'di onlara göre.
* Almanya yarı finalde kaybederse onların favorisi bu sefer de İspanyollar olur tabi ki. :)


Futbolun savunma yanı benim için her zaman daha bir ön planda olmuştur. Savunma ağırlıklı takımlar rakipleri karşısında hep favorim olmuştur. Bu anlamda Dünya'nın en iyi savunmasını yaptığına inandığım İtalyanlar katıldıkları her turnuvada benim mutlak favorimdir. İtalya'nın erken vedasına üzüldüm ancak hangi kadroyla girerlerse girsinler 2014'de benim favorim yine İTALYA olacaktır. 2014'de herşey çok farklı olacak. İnanıyorum. :)

Bundan sonra ne olur;

* Almanya-İspanya: Her şey olur bu maçta. İspanya'nın ite kaka yürümesi, Almanya'nın silip süpürüp yarı finale koşması mesele değil. Tüm ibrelerin Almanya'ya döndüğü şu anda İspanyolların daha rahat, Almanların stresli olacağını düşünürsek ben İspanya burun farkıyla önde diyorum. Almanya çok turnuvada finali görmüştür, kupayı almıştır. Ancak hatırladığım son 6–7 turnuvada Almanya hiç favori gösterilmedi. Bugün son dörtte yüzde 70–80 oranında favori gösterilmeleri onları strese sokacaktır diye düşünüyorum.

* Uruguay-Hollanda: Lugano'nun sakatlığının devamını düşünürsek ve Suarez'in cezasını da hesaplarsak Uruguay için işler biraz zor gibi. Takım savunmasını çok iyi yapan ve etkili hücum oyuncularıyla skora gitmeyi başaran Portakallar, Robben ve Schnieder ile maçı kopartacaktır diye düşünüyorum.


Son olarak Ömer Üründül'den kurtulacağımız günü iple çekiyorum! Yüzde yüz doğru söylediği şeyler olsa bile artık ön yargıyla yaklaşıyorum! Fena triplerdeyim. Vuvuzelayı Ömer abiye tercih eder durumdayım!-ki bu tercihi yapanların sayısının oldukça fazla olduğunu düşünüyorum.-

Şenol Yıldızdoğan

4 Temmuz 2010 Pazar

sendikalaşmak


Futbol kulüplerini yaşatmak ekonomik yönden mutlaka zordur. Bunu için de kulüpler birtakım önlemler almaktadır. Bu önlemler de dünyanın ekonomik seyrüseferine göre şekillenir. Doğaldır. Kulüpleri yönetenler var olan koşullar içinde mücadele ederler. Belki çok hoşlanmasalar da borsayla, telefoncularla, bankacılarla işbirliği yaparlar. Tabi bunların sonuçlarını da zaman gösterecektir. İyi veya kötü…

* FİFA, UEFA genelde;
* federasyonlar ve kulüp birlikleri özelde birtakım kararlarla
* futbol takımlarına ve kapitaline ayarlar verirler.
* Çünkü eninde sonunda bir gelir gider hesabı vardır ortada.
* Dolanan milyonlarca liralar vardır.
* Bunların kurumsal düzeyde
* ve yasalar çerçevesinde hesabının verilmesi söz konusudur.
* Maddi anlamda kaçağa göçeğe çok müsait alanlar yaratmaktadır futbolun maddi sahaları.
* Özellikle belediyeler üzerinden kaçırılan paranın haddi hesabı yoktur. Biliyorsunuz...
* Sebep budur ki kontrol ve otokontrol şarttır.

1.Lig Kulüpler Birliği bazı kararlar almıştır. Bunu içinde transfer bedelleri, prim sistemi ve menajerler görüşülüp tartışılmış. Kulüpler, kendi varlıklarının devamı için elzem gördükleri noktalara neşteri vurmuştur. Bakınca bu kararlardan önce futbolcuların sonra menajerlerin görece bir maddi kayba uğrayacakları görülmektedir. Tartışılacaktır. (Şu menajerlik müessesesi de ayrı bir yazının konusudur.)

Futbolcular bu işe ne diyecektir, merak ediyorum. Kulüpler neler verebileceklerini açıkça belirtmiştir. 250 binden fazla transfer ücreti yok, prim yok maç başı var, aracılara filan para yok, diyorlar. Başka neler konuşulmuş bilmiyorum.

* Futbolcular da bir şey diyecektir bunu karşılığında.
* Mesela, 250 az, diyen olacaktır.
* Kritik maçlarda prim isteriz yoksa arıza çıkarırız, iması olacaktır.
* Belki, varsayım üzerinde konuşuyorum.
* Veya itiraz etmeyecekler,
* ama sözler zamanında ve eksiksiz olarak yerine getirilsin diyeceklerdir.

Konumuz futbolsa, bana göre Adanaspor’un çıkarları ve geleceği birçok şeyden önemlidir. Örneğin gerçekte ne yaptıklarını bilmediğim menajerlerin cebine gidecek paranın kulüp kasasında (veya futbolcunun kendisinde) olması doğru olandır, derim.

Şunu da belirtmeden yazıyı bitiremem ama. Futbolcu bir görüş bildirecektir. Bunu nasıl yapacaktır peki? Tekilden mi? Topluca mı? Her durumda başları belaya girer bence. Çünkü örgütsüz her girişim bir başıbozukluk olarak etiketlenecektir. Hele ülkemizde, adamı cop manyağı yaparlar: )) Görüş bildiren futbolcu takımlar için olası bir el bombası olacaktır. Böyle isimleri kulüpler transfer etmek istemeyecektir. Onlar, nifak tohumlarını serpenler olarak algılanacaktır.

* Peki, çözüm nedir?
* Sendikalaşmadır.
* Acilen.
* Futbolcu da kendi haklarını en doğru ve en güvenli bir biçimde ancak bu yolla arayabilir.
* Çünkü karşılarında her zaman
* doğru düzgün yöneticiler, başkanlar, hocalar olmayacaktır.
* Menajerler de zaten menajerdir.
* Bu işin sakatlığı, emekliliği vardır
* ve de eski birçok futbolcunu ekonomik anlamda ne zor bir hayat yaşadığı da ortadadır.

Evet, kulüpler yaşayacaktır; ama futbolun asıl öğesi olan futbolcular da yaşayacaktır ve futbol hayatlarını, sonrasını güvence altına almak için kendilerine bir kapı açacaklardır. Böyle bir yapılanma hem kulüpleri hem de futbolcuları yasal, sağlam, hakkaniyetli bir platformda buluşturmuş olacaktır.

Futbolun istikbali içindir sendikalaşmak…

tamamen duygusal

Mesut Özil ve TRT Yorumcuları


Fırsat oldu Almanya Arjantin maçını izledim. TRT yorumcularının garip yorumları eşliğinde. Adamlar Arjantin’i konuşmak için çırpındılar adeta. Ne zaman Almanya ikinci golü attı döndüler Almanya’yı konuşmaya başladılar. Bunları ana hatlarıyla söylüyorum. Nasıl bu kadar keyfi yorumlar oluyor devlet televizyonun yayınlarında, anlamak mümkün değil.

İşin en hazin yanı saplantılı bir biçimde Mesut Özil muhipliği. Bunlar sevince tam seviyor. Fenerli Semih’e de tutkuyla sarılıyorlardı yorumlarında. Arkadaş sohbetlerinde olur da resmi televizyonda biraz garip kaçıyor.

Şu maçta, izlemişsinizdir, Mesut 2-0’a kadar takıma gram fayda sağlamadan top oynadı. 67. dakikaya kadar konuk oyuncuydu. Alman oyuncular dişiyle tırnağıyla savaşırken Mesut kayıplardaydı. 2-0’dan sonra rakip gevremişken Mesut bir iki göründü, ama TRT yorumcuları coştu. Hele son golde Klose Mesut’un pasıyla golü atınca hazretler adeta “dellendi”. Hatta şöyle bir laf geldi oradan; Mesut pastan fazlasını yaptı Klose’ye gol attı. Tamam, canlı yayındır, dil sürçmesi doğaldır, ama canım el insaf. Biraz nesnellik lazım size de…

Bir de bu “Maldonado tarzlı Mesut” dünya yıldızı adayıysa Arda, Emre ne oluyor, ki Almanların diğer oyuncuları… O da ayrı bir soru…
Hamasetin bu kadarı…

30 Haziran 2010 Çarşamba

söz/lük ıı


Kaybedenler İçin
"Futbol Terimleri Sözlüğü" Çalışması (ıı)

Ofsayt: Rakip kale hattına toptan daha yakın iken yanında rakipten de bir adamın olması icap ediyormuş, ama o kişiyle birlikte kaleci filan da olacakmış, yani iki adamdan önce yakınlaşmayacaksın rakip kaleye. Kızın abileri gibi lan. Ya da teyzesi, bir de evde kalmış büyük ablası gibi kızın. Her yere onlar da gelecek, yoksa ofsayt… Neyse, futboldan bakarsak, ulan bir de ofsayda düşecek kadar yaklaşsak be rakip kale hattına. İyi, adamlar yine ofsayda düştü. Şimdi netice olarak iyi bir şey bu ofsayt...


Ceza Sahası: O bizim sahamız oluyor. Daha göremedik rakip ceza sahasını. Cennete benziyordur. Ah be, oraya doğru bir atak yapsak, rakip ceza sahasına süzülsek…

Altı Pas: Hımm… Şimdi o ceza sahası var ya, bir de onun içinde başka bir saha var. Adamların forvetlerinin mekân tuttuğu yer. O alan da galiba bir bizde var. Evet, kalecimiz altı pasta topu yumruklayamadı, şimdi altı pas içindeki çimleri yumrukluyor.

Hakem: Kalemize giren her toptan sonra orta sahayı gösteren adam...

Taç: Bakın işte bunu tanıyoruz. Arada bir attığımız oluyor. Ama o hakem bazen taç atışını bizden alıyor rakibe veriyor, bilmiyorum neden böyle yapıyor…

Çalım: Bir adam vardı, topu orta sahadan aldı, geldi altı pastan o topu kalemize yuvarladı. İşte o arada bizim topçuları geçerken yaptığı estetik şeylere çalım deniyormuş. İncitici bir şey haddizatında... Ayıp… Bakın gene aynı şeyleri yapıyor. Durdurun onu…

Pas Yapmak: Bizim değil, rakibin aralarında topu dolaştırırken gerçekleştirdiği bileşik eylem… Pas vermek, pas almak gibi farklı kullanımları da varmış. Rakipler söylüyor. Bir de bunu argoda birtakım anlamları nardır. Futbol dışına çıkıp bu konu üzerinde konuşabiliriz aslında. Daha çok şey söyleyebiliriz. Yoksa onu biz sadece santralardan tanıyoruz…

Pres: Top bizdeyken geliyor adamlar, onu ayağımızdan alıyor. O esnadaki işmiş o, pres yapmak. Türkçesi baskı yapmak… Yapmayın, daralıyoruz. İyi bir şey değil… Hem biz size pres yapıyor muyuz? Ha!

Vole: Vallahi de bizim adam yandan gelen topa, vücudunu biraz geri atarak elleriyle adeta havada bir şeylere tutunarak şöyle yandan çarklı bir vuruş yapmıştı. Ve gol olmuştu. Kendi kalemize ama... O olmuştu.

Röveşata: Yaşlılar anlatır, eski tribün… Vaktiyle bizde bir adam varmış ve maçın birinde röveşata da yapmış. Vay be, ne günlermiş onlar. Verin bize o mutlu günlerimizi… Ne gol mü yedik, röveşatadan mı? Hala var mıymış o, yasaklanmamış mı? Niye yasaklanmamış ki? Kapat lan şu televizyonu…

Not: Alıntılarda kaynak belirtilmesi kafidir: ) sevgiler...

26 Haziran 2010 Cumartesi

söz/lük


Kaybedenler İçin
"Futbol Terimleri Sözlüğü" Çalışması (I)

Gol: Futbolun meyvesidir, meyvesidir de ulan hep bizim kalede mi yetişir bu meyve? Meşin yuvarlağın kale çizgisini tamamen geçip filelerle buluşmasıdır, diyorlar. Niye sırf bizim kalede buluşuyorlar ki? İzzet ikram çok mu iyi acep? Tamam da niye bu kadar çok buluşuluyor ki? Bak yine bizim kalede… Of ya off…

Penaltı: Ceza sahası içinde 9 kusurlu hareketten birinin yapılması sonucu tecelli eden en büyük ceza. Ama hoca, o penaltının neresi penaltı? Bize olsa çalmazsın tabi! Hem aynı pozisyonu büyüklerin aleyhine de çalabiliyorsan helal sana. Üstelik kusurlu hareket mefhumu izafi olabilir, neden bunu önce oturup tartışmıyoruz, yanına bir ufak da açarız. Olmaz mı? FİFA kuralları mı?

Köşe Vuruşu: Lan oğlum bu da gol olur, bizde bu talihsizlik varken. Adamların köşe vuruşları da penaltı gibi. Aha ıskaladı bizimki. Evet, gol kalemizde... Lanetli bir vuruştur köşe vuruşu, kayıtlara böyle geçebilir.

Frikik: Duran topların ikinci derecede yanık yapanı... Üç senedir rakip kalede gördüğümüz yok. Ama hazret iki haftada bir kalemizde... Barajda mı kalecide mi bir yerde sorun var ya… Lan, lan… Al işte, yine girdi…

Avut: Oh be… Topun rakipten dışarı çıkması, ama taç ve korner olmayanı. Yani iyi olanı, bizim için…

Sarı Kart: Sarı kart, kırmızı kartın efendi olanı. Bizi sindirmek için yapıyor hakem bunu. Biliyorum, herkes biliyor. Yahu 9. dakikada sarı mı olur? Bak bak, üstüne bir sarı daha. Kaldık mı on kişi. Daha 80 dakika var orada! Yahu hoca, o ikinci sarıyı bana gösterseydin, ben terk etseydim tribünü, hiç olmazsa takım 10 kişi kalmazdı. Olmaz değil mi?

Kırmızı Kart: Bir keresinde aynı maçta 4 tane birden görmüştük. Sahada kötü bir şey yapınca hakemin başvurduğu, insan hakları evrensel beyannamesine aykırı bir nesne… Çeşitli haklarımızı elimizden alıyor.

Santra: Sahada merkez bir mekândır. Ama başka anlamı da vardır. Oyuna başlama. İki keresi mecbur da, fazlası canımızı sıkıyor be. 9. golden sonra devre arasında amatör kulüp başkanı sitem ediyor oyuncusuna: Yav Aytaç, seni sahada göremedik. Aytaç’tan el cevap: Olur mu başkanım bütün santraları ben yaptım. Maç 18–0 bitiyor…

Top (yani meşin yuvarlak): Rakibin kendi arasında dolandırdığı yuvarlak nesne. Arada çok dolanınca rakip tribün bir de oley çekmiyor mu! Ah ulan, ahh…

Kale: Hocam, bu maçta biz kalesiz oynasak. Çok mağdur oluyoruz da. Kural kural… Aş kendini, kır zincirlerini, boz ezberleri (ne demekse: )) be hocam… Olamaz diyorsun. Bir de ilaç olsun diye iyi bir şey yapsan ya. Eh, o zaman yine kaybettik. Rakibin topu sokacağı o mekân olmasaydı beraberlik garantiydi ya…

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Takımın Taraftarı Olmak



“Bir takımın taraftarı olmak insana bambaşka duygular tattırır.

* Kişi, yapmayı isteyip yapamadığı şeyleri beğendiği oyuncularla yapmış kadar olur.
* Birçok insanda özdeşleme gereksinimi yüksektir.
* Bunlar, bir takımın taraftarı olmakla, o takımla ve o takımın taraftarlarıyla özdeşleşirler.
* Grup olmak ve grup içinde yaşamak, grupla duygularını paylaşmak insanın doğal bir gereksinimidir.
* Birçok ülkede bu en kolay şekilde bir takım taraftarı olmakla sağlanır.
* Kişi o grup içinde kimlik ve kişilik bulur.
* Takım yendiği zaman kendisi de yenmiştir.
* Toplum içinde iyi bir konumdaysa bu yengi onun zaferlerine yeni bir zafer katmıştır.
* Eğer toplum içinde kötü-aşağı bir konumdaysa takımın zaferleriyle gerçek kişisel yaşamında hiç tatmadığı zaferleri tatmaya başlar, kendini galip ve kudretli hisseder.

Birçok kişi için futbol taraftarlığı yaşamın zenginliğidir. Hatta çoğunluk için kişisel yaşamlarının en renkli bölümüdür.”



Kaan Arslanoğlu

Politik Psikiyatri, sayfa 145–146, Adam Yayınları, İstanbul

20 Haziran 2010 Pazar

giy dedi tulumları


İşçisin Sen

Kartal maçından bir kareydi bu. Daha önce üzerine yazacaktık, şimdiye denk geldi.

İşten olduğu gibi çıkıp yemeğini yanına alıp tribündeki yerine geçen bir taraftar. İşçi taraftar.

Birçoğumuz gibi.

Elindeki bir miktar parayı maça ayırıp karnını evden getirdiği ekmek arası peynir-zeytinle doyuran bir taraftar...

Buradan

* “Adanaspor taraftarı emekçidir,
* halkın kendisidir,
* alnının teriyle geçinir,
* bedavacılık yapmaz,
* her koşulda takımının yanında olur, gibi lafazanlıklara girişmeyeceğim.
* Hangi taraftar öyle değildir ki?

Son zamanlarda zengin taraftarı tribüne çekip ürünleri daha çok ve daha pahalı pazarlayıp sporun ticari boyutunu her alana hâkim kılma gayretlerine tanık oluyoruz:

Kartlar, telefonlar, hisse senetleri, şifreli kanallar…

* Bir başka yanda da patlamaya hazır bir taraftar kitlesi…
* Delifişekler,
* fanatikler,
* tribün tacirleri
* vs…

Bence asıl korumamız ve varlığını sürdürebilmesi için kollamamız gereken taraftar tipi o fotoğrafta duruyor. Öylece…

Gidip konuşacaktım nedir ne değildir diye, küçük çaplı bir röportaj oluşturmak için.

Fakat onun rahatı bozmak, tadını kaçırmak istemedim.

O taraftarın olağan hali, huzuru bir röportajdan daha kıymetiydi.

19 Haziran 2010 Cumartesi

şenol'un notları ıı



Kupa 2010'dan Kısa Kısa

Kupada 5. güne girerken gözlenen en büyük sorun, takımların lider oyuncu ve yaratıcı oyuncu eksikliği. Önceki turnuvaların aksine yaratıcılığın oldukça düşük seviyede olduğu maçları geride bıraktık. Ancak, üst düzey mücadeleler ve futbolcuların kazanma hırsını da es geçmemeli. Yaratıcılık anlamındaki eksikliğin de 5. ve 6. günle beraber tamamlanabileceğini düşünüyorum. Bugün ve yarın Brezilya, İspanya ve Portekiz de boy gösterecekler. Bu takımların oyun yapılarını düşünürsek, turnuvanın biraz daha hareketleneceğini söyleyebiliriz...


3. ve 4. günün toplu sonuçları;

* Cezayir:0-1:Slovenya
* Sırbistan:0-1:Gana
* Almanya:4-0:Avustralya
* Hollanda:2-0:Danimarka
* Japonya:1-0:Kamerun
* İtalya:1-1:Paraguay

İlk 2 günün kısa özetinden sonra 3. ve 4. günün göze çarpanları;

* İlk 4 güne göre yorum yaparsak mutlak favori ALMANYA...
* Türk asıllı Mesut Özil, Ballack'ın yokluğunda Almanya Milli Takımı'nı orkestra şefi gibi yönetti. Tek santraforda Klose'nin arkasında serbest oynayan Mesut'a, sol açıkta Podolski, sağ açıkta Müller eşlik ediyor. Geriden Schweinsteiger ve Lahm'ın destekleriyle de Almanya şu an itibariyle bir adım önde diyebiliriz.
* Tabiki Almanya'yı bu kadar ön plana çıkmasında en büyük etken Avustralya'nın oldukça zayıf olmasıydı.
* Cezayir-Slovenya ve Sırbisyan-Gana maçları oldukça sıkıcı ve düz futbolcuların fizik gücünün ön plana çıktığı maçlardı. Bu iki maçta sahadan mağlubiyetle ayrılan iki takımın ortak kaderi oyuna ikinci yarıda dahil olan oyuncularının kırmızı kartla oyundan ihraç edilmesi ve akabinde yedikleri gol diyebiliriz.
* HOLLANDA... Turuncu Hollanda'yı izlerken daha farklı bir heyecan yaşıyoruz hiç şüphesiz. Duygusala bağladığımız için belki biraz da fazla abartıyoruz gibi geldi bana.
* Hollanda, Sneijder, Van Persie ve Vander Vaart'dan beklediği katkıyı alamadı. İkinci yarı oyuna giren Elia'nın yaratıcılığıyla dönem dönem etkili oldu. Hollanda karşısında Danimarka özellikle ilk yarı iyi mücadele etti ancak onlarda da çok ciddi bir lider oyuncu eksikliği mevcut.
* Japonya, Kamerun karşısında attığı golün üzerine yattı. Eto'o ve arkadaşları maçı çevirebilecek pozisyonlara girmekte oldukça zorlandılar ve Kamerun turnuvaya puansız başladı.
* Benim favorim İTALYA'ya gelirsek. Turnuva takımı İTALYA'dan üst düzey futbol beklemiyordum. Buffon, Cannavaro ve Zambrotta dışında tanıdık isim yok denilebilir. Ancak oluşturulan bu genç kadro turnuvanın ilerleyen günlerinde can yakar. İnatla favorim halen İTALYA... Juventus'lu Pepe, turnuvanın yıldızlarından olabilir.

5. ve 6. gün;

* Fil Dişi ile Portekiz dün 17.00’de karşı karşıya geldi. Turnuvanın en zevkli maçını izleyebiliriz diye düşünüyordum. Fil Dişi'nden de sürpriz bekliyordum.
* Brezilya ve İspanya’nın da sahne almasıyla. Göze hoş gelen futbol yapılarıyla bu takımların turnuvanın sıkıntılı havasını dağıtacağını düşünüyorum...

Şenol Yıldızdoğan

şenol'un notları



Dünya Kupasından Kısa Kısa

Dünya'nın en büyük kupasının startı verildi ve 2. günün sonundayız. Bizim olmadığımız bir turnuvayı izlemek sinir bozucu da olsa el mahkûm; mesele futbol...

2. gün biterken futbol kadar vuvuzelalar hakkında da bolca yorumlar dile getirilmekte ve kaleme alınmakta. Futbol kalitesi ilk 5 maç geride kalırken futbolseverlerin beklentisine henüz karşılık verebilmiş değil...

İlk 2 günün skorları;

* Güney Afrika: 1–1: Meksika
* Uruguay: 0–0: Fransa
* Güney Kore: 2–0: Yunanistan
* Arjantin: 1–0: Nijerya
* İngiltere: 1–1: ABD


İlk 2 günün satır başları;

* Bu yıl ülkemizde top koşturan Meksikalı Dos Santos'un açılış maçındaki üst düzey performansı dikkat çekiciydi.
* Hareketliliği, çabukluğu ve bileklerine hâkimiyetiyle ilk maç sonunda Dos Santos için, "Küçük Messi" yorumu da yapabiliriz aslında.
* Afrika'nın sesi olarak yorumlanan vuvuzelaların en fazla duyulduğu maç ev sahibi Güney Afrika ile Meksika arasındaki maçtı kuşkusuz.
* Bu maç sonunda Güney Afrika kalecisi Khune'nin maç sonu demeci, "Taraftarımız vuvuzelaları daha fazla çalmalılar. Bu maçta etkili değillerdi." şeklindeydi.
* Güney Kore mi gerçekten çok etkiliydi yoksa Yunanistan mı aşırı kötüydü kestiremiyorum ancak Güney Kore 2002'den sonra yeni bir sürpriz yapabilir gibi geldi bana.
* Otoritelere göre en büyük favorilerden Arjantin, Messi'nin kişisel gayretleri ve Maradona'nın sempatik tavırları haricinde bana hiç keyif ve güven vermedi.
* İngiltere karşısında büyük bir direnç gösteren ABD ise aldığı puanla bu turnuvada çok can yakacağını gösterdi sanki. Savunmada Howard ve Onyewu ile ilerde Donovan ve Altidore turnuvaya damga vuran isimler olabilir.

Turnuvanın bendeki genel özeti;

* Favori: İTALYA,
* Plase: HOLLANDA,
* SÜRPRİZ: FİL DİŞİ SAHİLLERİ.

Şenol Yıldızdoğan

mesut özil



Mesut Özil Almanya milli takımının ilk maçında müthiş bir futbol sergilemiş. İzleyenler öve öve bitiremiyor. Eh, böyle olunca ülkemizde tekrar gündeme geldi onun bizim milli takımı tercih etmemesi. Hakem emeklisi tüccar yorumcu ve reklam yıldızı Erman Toroğlu bu konuyu sayfasına taşımış.

Bu konuda daha önce de bir şeyler yazmıştık. Arşivde var o yazı.

Kısa geçelim.

Zamanında Fatih Terim Mesut’u istemişmiş, Erman Toroğlu da elçi olmuşmuş. Fakat olmamışmış. Dertleniyor yani… Şöyle giriyor yazıya:

“ASLINDA Mesut Özil olayı, Türkiye’nin yıllardır kanayan yarasıdır. Türkiye’de yeni futbolcuların bulunması, Avrupa’daki Türk futbolcuların taranması gibi olaylar hikâye olmuştur.” Devam ediyor:

“…bir gün beni Fatih Hoca aradı; “Erman” dedi ve ekledi: “Bu Mesut Özil konusunda n’olursun bize yardımcı ol. Çünkü konu Türk Milli Takımı. Mesut Özil’e ihtiyacımız var ve onu Milli Takım’da görmek istiyorum. Sen Mesut ve babasıyla görüşüyormuşsun. Aracı olursan çok sevinirim.” Ben de haliyle “Seve seve” diye cevap verdim ve Mesut’un babasını bir kez daha aradım.”

Ben yine soruyorum, Mesut gibi futbolcular üzerinde nasıl bir hakkımız olabilir? Aslında sizin o muhteris ihtiyaçlarınız, şişmiş egolarınız futbol etiğinden ne kadar önemli olabilir? O futbolcuların genlerinden dolayı mı? Onlara ne emek vermişiz de karşılığını istiyor ve hala kahırlanıyoruz? Adamaların onca teknik bilgi ve birikimle yetiştirdikleri futbolculara, ruhumuza sindirilmeye çalışılan bir bedavacılıkla konacağız. Ya…

Bunu düşünmek ayıptır, bu konuyu hala gündemde tutmaya çalışmak da ayıptır.

8 Nisan 2010 Perşembe

incir çekirdeği

Hıncal'ın gayri bunadığının
ve yorumlarının herhangi bir kıymet-i harbiyesi olmadığının bir kanıtı da
şu sözler olsa gerek:

"Barcelona bana dese ki ’Arda’yla Messi’yi takas edelim’
ben şahsen kabul etmem
hatta ’Üzerine ne kadar para veriyorsunuz?’ derim.
Çünkü ben Arda’yı Messi’yle kesinlikle kıyaslamam."

6 Nisan 2010 Salı

güney afrika 2010


*1960’lardan 2010’a/Taş Ocağından Futbola

[Sosyalistlerin 2010 Dünya Kupasındaki Emeği]

1961’de Güney Afrika’da sosyalist mahkûmların tutulduğu Robben Adasında başlar hikâye. Taş ocağında kayaları taşa, taşları çakıllara dönüştürmeye mahkûm siyasiler satranç, dama, kızmabirader, kâğıt oyunları ellerinden alınınca önce buruşturdukları kâğıtlarla sonra bezlerden yuvarladıklarıyla koğuşlarda futbol oynamaya başlarlar. Hapishane yönetiminden futbol oynama izni almaya çalışırlar. Bu mücadele ancak dört yılda sonuç verir. Sonunda bir futbol topu edinebilirler. Ve böylece ucu 2010’a varan macera başlar; siyasilerin engel tanımaz direnci, inadı ve prensipleriyle…

Belli bir becerisi ve disiplini olan sosyalist mahkumlar bu işi belirli kurallar çerçevesinde yapmaya karar verirler. Siyasal mücadeledeki ilkeler, doğrular Robben Adasındaki futbol organizasyonuna yansıtılır. Titiz, düzenli, kararlı, hakkaniyetli, prensipli olunacaktır.

Makana Football Assocaition/Makana Futbol Derneği kurulur. Başkanlığına da şimdinin (2007) Güney Afrika Cumhuriyeti Adalet Bakanı yardımcısı olan Dikkana Maseneka geçer. İş ciddidir. Öncelikle futbolla orada hayata tutunulacaktır, bayatın bir parçası olmaktan vazgeçilmeyecektir.

Şöyle ifade eder Sedick İsaacs duygularını: “Futbol sayesinde hem kendimizi daha iyi tanıdık, hem de insanlığımızı ifade ettik.” Antony Suze, “Formaları giyince kendimizi dışarıda hissederdik.” diye hatırlar o zamanları. “Futbol oynarken güneşi hissetmek harika bir duyguydu.” der İndres Naido.

FİFA nasıl örgütlenmişse Robben Adasında da öyle örgütlenilecektir. Bir futbol tüzüğü, kurallar haritası çıkarılacaktır evvela. FİFA kuralları yanında yoldaşlık kuralları da ihmal edilmeyecekti tabi ki. Yoksa futbolu toplumun hizmetinde olan bir organizasyona dönüştürmek mümkün olamayacaktır. Bunu şöyle ifade eder Sedick İsaacs: “Hayat tüm yönleriyle toplumun hizmetinde olmalıydı. Birey de… Toplum da öyle...”

Futbolun tüm komiteleri kurulur. Üç ayrı lig oluşturulur. A Liginde üç takım vardır. Bu, en iyilerin olduğu ligdir. B Liginde de üç takım olacaktır, burası bir alt yeteneğe hitap edecektir. C Liginde ise iki zayıf takım mücadele edecektir. Çünkü herkesin futbol oynamaya hakkı vardır, yeter ki istesin. A Ligindeki takımların başkanı olacaktır, bu bir zorunluluktur. Ve bu başkanlar da üzerlerindeki tek başkana bağlanacaklardır.

Başkanlar eğitimlerinden çok liderlik yeteneklerine göre belirlenir.

İtiraz kurulları itirazları değerlendirir, pozisyonları tek tek tartışır ve en tarafsız kararını gerekçesiyle verir.

Elbette hakemler belirlenir, maç raporları tutulur, hakem kurullarında güzel futbolu korumak amacıyla sert oyuna izin vermeme kararı alınır. Buların başında Haryy Gwala vardır.

Bu arada orada olmalarının “neden-sonuç ilişkisini” unutmadan siyasi tartışmalar ve seminerler de devam eder. Marx, Kapital başucu kitaplarıdır. Ve muhakkak ki hayat bunlardan ibaret değildir, hafta sonları yine futbola geçilir.

Takımların adları, hayranlar, fanatikler, logolar, sloganlar, bayraklar, tribün atışmaları da bir olay örgüsü içinde kendini gösterir. Bu arada mahkûmlar adasının konuklarından Mandela da uzaktan bu maçları arkadaşlarıyla izler. Bizimkiler Mandela’yı fark edince bir başka şenlik olur. Ama sonra Mandela ve arkadaşları bir daha görünmez olur oralarda, hatta araya bir duvar örülür, o kadar korkulur ki o ilgiden...

Taş ocağı ile futbol sahası arasındaki iki ayrı hayat akmaya da devam eder, futbolun tüm halleriyle. Ve futbola bakış orada orijinal ifadelerini de bulur. Örneğin şu saptamayı yapar Lizo Sitoto:”Bir kaleci için en zor şey rakibin topla geldiğini görmek ve sonra o topu kaleden çıkarmaktır.”

Takım listeleri çıkar, bu listelere itirazlar olur tartışmalar hiç eksik olmaz.

Sezon sonunda karma bir lig oluşturulur. Tek ligle yetinemezler, top yuvarlanmaya başlamıştır bir kere. Bu ligde futbolcular karışır. Seçilmiş takımlar ligidir burası. En iyi futbolcular Atlantic Raiders adlı takımda bir araya gelir bir şekilde. Atlantic Raiders burnu havada bir takım olarak nitelenir süreçte. Bir de Blue Rocks diye bir takım vardır bu ligde. Blue Rocks genelde yaşlılardan oluşmuştur ve ligin en zayıf takımıdır. Ve bu iki takım mutlaka karşılaşacaktır. Favori bellidir. Maçın başlarında Blue Rocks tartışmalı bir gol atar ve kelimenin tam anlamıyla etten bir duvar örerek, kale önüne maç sonuna kadar daimi bir baraj kurarak o golün üstüne yatar. Maç sonrasında itirazlar olur, kural hatasından bahsedilir, FİFA kuralları referans gösterilir, maçın tekrarı istenir, protestolar olur, saha işgal edilir, hapishane yönetimi işe karıştırılmaz bu arada, yenilen taraf bunu bir türlü hazmedemez ve bu tatsızlık taraftarın tansiyon hastalıkları, hiddeti, can sıkıntısı içinde, bir ayrışma gerginliğinde 5 ay sürer. En nihayetinde olaylar, bu müthiş organizasyon arıza göstereceği sırada, durulur. Her şey tatlıya bağlanır. Çünkü organizasyonun en önemli ilkelerinden biri ağırlığını koyar gecikmeli de olsa: SAYGI!

Tüm bu mücadeleler taş kırma aylığı olan 25 sentlerin gücüyle olur…

Derken 1973’e gelinir, gözde futbolcular yaşlanır, kimileri yönetici, kimileri hakem olur, hakemliği tercih edenler futbolculuklarında en koyu hakem düşmanı olanlardır.

Bu esnada Güney Afrika’da olaylar devam etmektedir, her ne kadar Robben Adasında sosyalist bir futbol cumhuriyeti kurulmuş olsa da… Tutuklanan devrimci öğrenciler “ada futbolunun” alt yapısını oluştururlar.

Ve kurucu nesil için ayrılık vakti gelmiştir. Yeterince yaşlandıklarından korkulacak bir tehlike arz etmemektedir o zamanın ırkçı Güney Afrika hükümetince. Salıverileceklerdir.

“Sahaya çıktığımda kendimi evimde hissediyorum. Sanki o adadan uzaklaşıyorum.” diyen Antony Suze şöyle noktalar duygularını: “Belki çelişkili gelecek, ama benim için hayatımın en üzücü günü adadan ayrıldığım gündü. Çünkü geride ne çok şey bırakmıştım.”

Bir başkası: “Nereye gidiyorum ve ne yapacağım?” diye kaygılanır. Elbette bu esarete âşık olma değildir. Antony durumu özetlemiştir, geride çok şey bıraktık, diyerek. Diğeri: “Ailem nasıl insanlar oldu acaba, arkadaşlarım yaşıyor mu?” diye sorar kendi kendine.

Mark Shinners uzaklaşırken adadan, şöyle mırıldanır: “Miras olarak futbolu bırakmıştık onlara. Bu az şey değildi.” Elbette ki bu sosyalizmin futbola bıraktığı haysiyetli izlerle olmuştu.

Derken 2007’de FİFA Makana Football Assocaition’a ödülünü ayrıca verir futbola katkılarından dolayı.

Ve en son şöyle bir not düşer perdeye: “Dünya Kupası 2010’da Güney Afrika’da…”

“Bir Oyundan Fazlası” diye çevrilmiş bu hikâyenin anlatıldığı yapıt.

“More Than Just A Game”

(2007)

Yönetmen. Junaid Ahmed
Enfes bir belgesel/sinema… Oysa ben bu esere kadar, en güzel futbol filminin sonradan “Zafere Kaçış” diye uyarlanan “Cehennem Arasında İki Devre” olduğunu zannederdim…

zorba'dan

Buda ile Çoban / Zoraba’dan (Kazancakis)

Çoban: Yemeğim pişti, koyunlarımı sağdım, kulübemin mandalı sürülmüş, ateşim yanıyor; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!

Buda: Artık yemek ve süte gereksinmem yok, rüzgârlar kulübemdir, ateşim söndü; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!

Çoban: Öküzlerim ineklerim atalardan kalma çayırlarım ve ineklerimle çiftleşen bir boğam var; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!

Buda: Benim ne öküzlerim ne ineklerim var, çayırlarım da yok. Hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyden korkmam; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!

Çoban: Yıllardan beri karım olan sadık ve uysal bir çoban kızı var. Geceleri onunla oynaşmak hoşuma gidiyor; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!

Buda: Uysal ve özgür bir ruhum var, yıllardan beri ona benimle oynaşmayı öğretiyorum; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!

25 Ocak 2010 Pazartesi

floket

* Az önce bir radyoda Almanya kaynaklı bir program dinliyordum.
* Konu sponsorluktu.
* Bundesliga’da forma reklamlarının ne kadar destekleyici ve tüketici açısından (tüketici dediği de biz taraftarlar oluyoruz: )) etkileyici olduğu vurgulanıyordu.
* En sıradan bir Bundesliga takımının Premier Lig’de mücadele eden üst seviyedeki bir takımdan daha avantajlı olduğu ayrıca belirtiliyordu.
* Bunun sebebinin de öteki liglerdeki TV gelirlerinin Almanya’ya göre daha tatmin edici bir düzeyde olması, bu yüzden de forma reklamlarının ikinci planda kalması gösteriliyordu.
* Fakat neticede ortaya çıkan, Alman takımlarının forma desteği açısından pek avantajlı oldukları gerçeğiydi. İçimize sinse de sinmese de şimdiki zamanın futbolunda hal böyle…

* En önemli vurgu şurada ortaya çıkıyordu: Taraftarın, takımının formasında gördüğü reklamla, bilmeden de olsa, bir tür gönül bağı kurması…

Hatırlıyorum da en güzel zamanlarımızın forma reklamı, o zamanların Güney Sanayi’sinin ürettiği bir halı olan Floket’ti. Biz bir şekilde Floket’i ne çok sevmiştik; sponsorluğu, ticari futbolu, paranın futboldaki tek ilah olduğunu, naklen yayınları, havuzu vs’yi hiç bilmeden.