28 Mayıs 2009 Perşembe

kerimoğlu


"İkinci yarının 65. dakikasında oyuna giren temsilcimiz Tugay Kerimoğlu orta sahada takımını yönlendiren isim olurken Blackburn galibiyet gollerini son dakikalarda buldu..."

Benim hatırladığım Jupp Derwall'in futbol devriminin Mustafa Denizli ile devam ettiğiydi. Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final oynayan takımda ön planda değildin. 2 sene sonra Prekazi, Tanju, Cüneyt, Metin yoktu ama sen vardın. Çeyrek finalde Werder Bremen'e değil de kara takılan takımın beyniydin. Werder Bremen de o sene Avrupa'da kupayı kaldırıyordu. Sonra ak saçlı bilge Feldkamp günleri başladı. Oyun kurucu, önlibero, sol bek, libero oynadın. Eintracht Frankfurt maçından sonra sen Falco'yla dans ederken biz evde çıldırıyorduk. İlk defa bir Türk takımı bir Alman takımını eliyordu. Son 70 dakikasını 9 kişi oynadığınız Trabzon maçı, 4-1'lik F.Bahçe maçı ve bir senede gelen 4 kupa. Müthiş bir seneydi. En unutulmaz an ise senin Kadıköy'de çaprazdan çatala astığındı. O takım bir sene sonra Old Trafford'a çıktığında "herkes fark yemesek bari" derken yüzündeki ifadeyi hatırlıyorum (Mel Gibson, "Braveheart" filmini çekmeden önce o maçı izlemiş olacak ki senin bakışını bu filmde taklit etmişti). İki hafta sonra Ali Sami Yen'deki maçtan sonra sen omuzlarda, bizler evde sevinçten ağlıyorduk…

Özel bir çalımın vardı, sonraları Ronaldinho ve Ronaldo'nun geliştirdiği. Ben de çok çalışmıştım ama sadece bir defa istediğim gibi yapabilmiştim, C sınıfıyla yaptığımız maçta. Topu defansın üstüne doğru sürerken sağ ayakla topa dokunur gibi yapıp, dokunmadan üstünden geçirip, sol ayakla sol çapraza çekip defans oyuncusunu yere yatırdıktan sonra Tolga'yı kaleciyle karşı karşıya bırakmıştım, okulun en güzel kızı oradan geçerken…

Halen Pirlo'ları, Fabregas'ları izlerken, senin onlardan daha yetenekli olduğunu düşündükçe içim cız ediyor. Saatlerce tartışırdık en iyi hanginiz diye. Sergen mi, sen mi? Anlayana en iyi cevabı zaman verecekti.

Oyunun sadece tek yönünü oynayanları baş tacı edip seni yok sayanlar, geçen hafta İspanya maçlarında Xavi ve Xabi Alonso'yu gördüklerinde pişman olmuşlar mıdır bilemem ammaa, "Sergen dünyanın her takımında oynar", "Kemalettin, Tugay'dan daha faydalı" deyip futbol anlayışımızı gerilere götüren Erman Toroğlu'gilleri affetmeyeceğim.

Sonrasında buruk bir ayrılıktı yaşanan. Hertha Berlin maçında ‘ayda yürüyüş' dansıyla aramızdan ayrıldın. Ağır olduğun gerekçesiyle seni oynatmayan Fatih Terim, Petre'lerden, Cihan'lardan hatta (Şampiyonlar Ligi'ndeki Brugge maçında) Mehmet Polat'tan orta saha çabukluğu umacaktı, heyhat.

Geriye dönüp bakınca dokuz yıl oldu Adadasın. Arada Brezilya maçıyla milli formayı bıraktın ki, 2002'deki dünya üçüncülüğünün de mimarlarındandın.

Biz seni özlesek de düşününce iyiki gitmişsin. Burada kalsan on defa futbolu bıraktırmıştık. Orada Blackburn taraftarı seni Shearer'la kıyaslıyor. İki sene önce de hocan Hughes "Tugay neyse ki 37 yaşında, 27 yaşında olsa Barcelona'da oynardı" demişti. 39 yaşında Premier League'de oynayacak ikinci bir orta saha oyuncusu çıkar mı? Zannetmem ama umarım bir gün hoca olarak geri dönersin de futbol aklımızı, çıtamızı yukarılara taşırsın. (Belki haberin yoktur, hücum futbolunun öncüsü Mustafa Denizli bile Yusuf Şimşek, Gökhan Zan, İbrahim Üzülmez gibi, Avrupa futbolunda yeri olmayanlarla şampiyonluğa koşuyor, gerisini sen düşün.)

25 Mayıs 2009 Pazartesi

olur mu ki


*Seneye Galatasaray’ı çalıştıracak olan hoca sözleşmesine, “kovulduğum zaman tazminatımı Adnan Polat öder maddesini koydursa.
• Fenerbahçe, Semih-Guiza ikilisiyle çok rahat yendiği Beşiktaş’tan, Alex takıma girip Semih kesilince, atılan gol dışında pozisyona giremediğini, Antalyaspor maçını da kazanamadığını, dünyada artık “on numara” fetişinin kalmadığını, hücum oynamak için kullanıldığı varsayılan “on numara”ların arkalarındaki dörtlüyü geriye ittiğini, tek forvetin de defans ikilisi arasında kaybolduğu için takımın hücumda daha etkisiz kaldığını fark etse.
• Fenerbahçe Sercan’ı transfer edip de bir genç yeteneğin daha katline sebep olmasa (devre arasında Abdülkadir gelmişti, Chelsea’nin istediği, öldü mü kaldı mı haberi olan var mı?)
• Hücum futbolu düşüncesiyle bizi tanıştıran isim olan Mustafa Denizli ilkelerine sahip çıksa da bizleri Gökhan Zan’dan, İbrahim’lerden kurtarsa.
• Yıldırım Demirören teknik direktör değiştirme şehvetini bastırsa da seneye Mustafa Denizli’yi kovmasa.
• Samet Aybaba ve Güvenç Kurtar’ın düşmemeye oynattığı Bursaspor’un aslında şampiyonluk potansiyeline sahip olduğunu; hiçbir takımı düşürmediğini iddia eden Erdoğan Arıca’nın Hacettepe’yi düşmesi neredeyse kesinleşmişken Ergün Penbe’ye teslim ettiğini,Yılmaz Vural depremi sonrası Kocaelispor’un her şeye rağmen ligi zorladığını ve Galatasaray’a Ali Sami Yen’de 5 gol attığını, Ümit Kayıhan faciası sonrası Denizlispor’un ise arka arkaya dört galibiyet aldığını, futbolu yönetenler görse.
• Çok yetenekli olduğu iddia edilen Batuhan’ı bir Avrupa kulübü artık görse de futbolumuz Terim-Emre Belözoğlu ekolünden yeni bir isimle muhatap olmasa.
• Mehmet Yıldız ve Bilica paranın rengini değil de taraftarın sevgisini tercih edip Sivasspor’da kalsa (ki giderlerse de emeklerini hiçe sayıp, Brütüs yorumları yapmayız).
• Ligden düşen takım sayısı altıya çıksa da daha az takımla daha kaliteli bir ligimiz olsa.
• Bir maçta ondan fazla 60 metrelik uzun top atan takımın, bekleri rakip yarı alanda 30 dakikadan daha az kalan takımların birer puanları silinse.

22 Mayıs 2009 Cuma

sevdim bir kere


Maradona’nın İngiltere'ye attığından daha güzelini gördük mü?
Rıdvan gibi koşarken yeleleri uçuşan kanat oyuncusu var mı?
Van Basten ve Zidane'dan başka gerilip voleyle doksana çakan çıktı mı?
Haksız kazandığı penaltıyı usulca kaleciye plaseleyen Fowler'dan?
Milan'ın kırmızı-siyahını, paranın yeşiline tercih eden Kaka'dan kaç tane kaldı acaba?

Hüzünse de bize en çok yakışan,
İnsandır, en karanlık günden güneşi yaratan.


Oyunun güzelleşmesi için 'ne yapabiliriz'e dair…

• Futbolun 10 kişiyle 80 dakika oynanması. Dar alan oyununa dönüşen futbolun mücadele ritmi artarken, estetik katsayısı düşüyor. Geniş alan daha fazla Messi, Robben, Arda, daha az 2004 model Yunanistan demektir..
• Devre arasında sınırsız oyuncu değiştirme hakkının olması, ama oyun sırasında en fazla iki oyuncu değiştirme hakkının olması ve son on dakika seyir zevkini katleden değişikliklerin engellenmesi.
• Beşten fazla faul yapan kasapların kendiliğinden oyun dışı kalması, bir maçta toplamda 15‘ten fazla faul yapan takımın lig mücadelesinde 1 puanının silinmesi (Materazzi'lere, Vinnie Jones'lara, Yesiç'lere son).
• Bir maçta kaleyi bulan 3 şutu olmayan takımın 1 puanının silinmesi.
• UEFA'ya bildirilen oyuncu listelerinin yüzde 20'sinin altyapıdan yetişmiş olması (İlle de Maldini, ille de Bülent Korkmaz).
• Futbolcu sendikası. Parasal futbola ve ağalara inat, sakatlanan futbolcular için fon, zorla kulüpten futbolcu ve hoca göndermeye son. Sözleşmelere tazminat şartı.
• Bir senede en fazla iki teknik adamla çalışma zorunluluğu.
• Federasyonun yayın gelirlerinin tamamını kulüplerin kasasına yatırmaktansa 400-500 bin avrosunu kesilip stat zeminlerine harcaması.

DAHA KİŞİSEL İSTEKLERE GELİRSEK

• Yılmaz Vural, Erdoğan Arıca, Hikmet Karaman, Güvenç Kurtar, Samet Aybaba ve Ümit Kayıhan'a Lippi, Cruyff, Hiddink gibi ustaların hazırlayacağı yazılı ve görsel sınavlardan geçerse teknik adamlık izni verilmesi, geçemezlerse de futbolumuza yaptıkları olağanüstü katkılarından dolayı teşekkür edilmesi.
• Başta Gökhan Zan olmak üzere bütün futbolculara, ilköğretimde çocuklara tavsiye edilen 100 temel eserin okunmasının zorunlu kılınması.
• Saha kenarlarına reklam panoları yerine filozoflardan aforizmalar yerleştirilmesi.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

adam ve iş meselesi


Gözbebeğimizdi. Deportivo’dan 30 milyon avroya geldiğinde bu para çok değil mi demiştik, ama dünyanın en iyi oyuncusu seçilmesi için üç yıl yetmişti. Ronaldo’yu da unutturmuştu. Kadife eldivende tuttuğumuz eşsiz bir elmastı. Ammmaaa…. Kendi istatistikleri zirve yaparken Barcelona’mız Şampiyonlar Ligi’ne kaldığı için bayram eden bir kulübe dönüşmeye başlamıştı. Derken Cruyff çıktı ve “ Barcelona, Rivalcelona oldu... Barcelona’nın önündeki en büyük engel Rivaldo’dur” dedi. Acaba yaşlanmış mıydı? Yoksa ilk defa bir oyuncu kendisinden daha çok ilgi gördüğü için kıskançlık mı baskın gelmişti? Peki Brezilyalı ne yapıyordu? Takımın kendisine en çok ihtiyaç duyduğu dönemde Brezilya’dan iki hafta geç geliyor, oynadığı bölge konusunda Van Gaal ile tartışıyor, beğenmediği hocayı gönderiyordu. Kupasız geçen son üç yılı değerlendiren yönetim tarihi bir karar aldı: “Sözleşmesi devam eden oyuncumuz Rivaldo serbest bırakılmıştır. Bonservis ücreti istenmeyecektir.”
_______________________
Post-Rivaldo dönemi ve üç yılda iki La Liga, bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu. Cruyff yine haklı çıkmıştı. Brezilyalı ise Milan’da kadroya girmekte zorlandı, kendisini Yunanistan’da buldu. Oradan da Özbekistan’a gitmiş. Zico, oraya gitmese haberimiz bile olmayacaktı.

Rijkaard yönetiminde kurulan takım PSG’den Ronaldinho’yu getirmişti biraz olaylı şekilde. Olağanüstü yetenekli dişlek, hocası Fernandez’le takışmıştı ya neyse, sorunlar tatlıya bağlanırdı nasıl olsa. Bağlandı da. Barça Ronaldinho’yla büyürken, Ronaldinho da Barça ile büyüyordu. Milan, Chelsea, Real Madrid maçları derken Romario, Ronaldo ve Rivaldo’dan sonra ‘R’ li bir oyuncumuz daha dünyanın en iyisi seçilmişti. Derkeeenn…
____________________________
Reklam filmleri, gece alemleri, kilo artışı. Antrenmanlar aksamaya başlamıştı. Üzerine Eto’o ile girilen ego savaşı, ırkçılık mücadelesinde arkadaşını yalnız bırakışı ve Rijkaard ile girilen tartışmalar son iki yılın kupasız kapanmasına yol açtı. Ronaldinho da her şeyin ve herkesin üstündeyim hastalığına kapılmıştı. Yönetim bir kez daha devreye girdi ve Kaka’ya 150 milyon avroların önerildiği bir dönemde Brezilyalıyı 18 milyon avro gibi bir paraya Milan’a gönderdi. Post-Ronaldinho dönemindeyse Barça ligin ve Şampiyonlar Ligi’nin en büyük favorisi.
________________________________
Birkaç örnek daha verirsek:

Fenerbahçe maçında gol attıktan sonra şortun içinde tombala çeken tribünlerin sevgilisi Pascal’ı gönderen Kartal lig sonunda kupayı kaldırıyordu.

Şımaran Owen’ı Real’e veren Liverpool iki Şampiyonlar Ligi finali oynuyordu.
_____________________________
Ve asıl meselemize gelirsek:

Adam derken duraksadığım bir adam koskoca Galatasaray kulübüyle dalga geçiyor. Tanju, Kosecki, Ilie, Van Gobbel, Felipe, Ribery derken bir sürü sıkıntı yaratan veya kulüple sıkıntı yaşayan futbolcu geldi geçti. Kim haklı kim haksız ayrıntısına da girmiyorum ama hiçbiri takımı aşağılamaya çalışmamıştı. Hiçbiri takım arkadaşlarının emeğiyle ve onuruyla oynamamış, taraftarın sevgisini günlük egosunun mezesi haline getirmemişti. O formayı bir dönem Metin Oktay’ın, Hagi’nin giydiğini düşünmek bile içimizi acıtıyor. Hiç değilse onların anısına G.Saray yönetiminin adını bile anmak istemediğim adamı göndermesi dileğiyle.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ah minel futbol


futbol bu,
sahaya girilir,
koltuklar uçuşur,
futbolcu tekmelenir,
hakem kovalanır,
maç yarım kalır bir süre,
sonra arızalı bir biçimde devam eder,
önlem Allaha havale edilir,
azılılar ne yaptığını bilmezken,
zannımca hakiki taraftar süreçteki acıyı çeker...
ne zahmetli, eziyetli, dertli bir meşguliyettir şu futbol...

14 Mayıs 2009 Perşembe

guiza ve gol atma sanatı


Bir kamyon eleştiri altında bütün bir sezon ezildi Guiza
dayak yemişe döndü, hırpalandı.
Çoğu zaman garip bir Semih takıntısı uğruna.
Kupanın son maçında attığı gol öncesi pozisyon arayışı "olay örgüsünde" Guiza
tüm muhataplarına
"gol nasıl ve hangi süreçte atılır"
dersi vemiştir.
Talihine filan sığınmadan,
emek vererek...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

sivasspor'a dair


Hangimiz sıkılmamıştı ki? Üç takımdan biri şampiyon olur, diğer ikisinin yönetimleri ve kalemşörleri de hakemleri ve Federasyonu suçlardı. Trabzon camiası ise "Trabzonlu, Trabzonlunun kurdudur" şiarıyla filozof Hobbes'a selam yollardı.

Ligimize yeni bir kan gerekiyordu. 2001'de Gaziantepspor'un, 2003'te Ersun Yanal'ın Gençlerbirliği'nin çok yaklaştığına bu kez Bülent Uygun'un Sivasspor'u belli bir adım mesafede. Futbolumuzun kurtuluşunun beşinci şampiyondan geçtiğini düşünenlerden misiniz bilemem ama şampiyonların sayısı beş olmuş, on olmuş bir tarafa nicelikten ziyade niteliğin önemli olduğunu düşünüyorum. Başlıca kıstaslarımsa; altyapıdan kaç oyuncunun yetiştiği, idari ve teknik kadroda istikrarın sağlanıp sağlanmadığı, takımın hücum futbolu oynayıp oynamadığı ve başkanından teknik adamına kulübün, sporun ruhunu ve adam olmayı esas amaç olarak görüp görmediğidir.

Bu bağlamda Sivasspora baktığımda ne yazık ki herkesin gönüllerin şampiyonu ilan ettiği takımı aynı ölçüde sahiplenemiyorum. Altyapıdan bir tane futbolcusu yok. Başkan Mecnur Odyakmaz hakemlerin onca kıyağına rağmen "bizi şampiyon yapmazlar" diyerek Polat-Demirören-Yıldırım'ın izinden gittiğini belli etti. İsviçre ve Belçika maçlarını hatırlayınca, en son ihtiyaç duyduğumuz yeni bir Fatih Terim'di. Amansız olmayı ondan öğrenen Bülent Uygun bizlere boynuzun kulağı geçeceğini bas bas bağırıyor. Yeri geliyor Mehmet Yıldız'a "seni döverim" diyor, yeri geliyor İlker Paşa'ya, Yaşar Paşa'ya şiirler düzüyor, yeri geliyor "Sivas'ta Laila yok, La ilahe illallah var" diyerek iktidarın her şekline vıcık vıcık selamlarını yolluyor.

Oyun anlayışına gelirsek, kıta Avrupa'sı pas organizasyonunu mükemmelleştirmenin yollarını ararken Sivasspor'da Bilica geriden 60 metrelik uzun top atıyor. Pehlivan Mehmet Yıldız topu kontrol edip Musa Aydın'la Kamanan'ın önüne bırakıyor, onlar da ya diğerine servis yapıyorlar ya da kaleyi görüyorlar, bütün hücum planı bu. Takımın 4-2-4 gibi oynadığına aldanmayın, gerideki dörtlüyle önlerindeki ikilinin hücuma katkısı çok az. Yunanistan'ın 2004'teki bağnaz futboluyla kazandığı şampiyonluk takımlarımızı olumsuz etkilemişti. Şimdi de Sivasspor'u model alıp topu tepme dönemi başlarsa yandık demektir. Burada göz ardı etmememiz gereken birkaç faktör de var. Bilica, oyun kurabilen bir stoperin tek başına takımına ne kadar katkı sağlayabileceğini ve stoperin defansı orta sahaya yaklaştırmasının, rakibe alan daraltmada ne kadar önemli olduğunun derslerini veriyor. Aynı hocayla devam eden, iskeleti korunan, fizik olarak güçlü bir takım mantıklı takviyelerle şampiyonluğa oynayabiliyor.

Kaldı üç maç. Aragones, Guiza, Aurelio, Adnan Sezgin, Lincoln, Mustafa Denizli, Yusuf, Ersun Yanal derken Sivasspor aradan sıyrılır mı bilmem. Ama eski usul Türk filmleri tadında servis edilmeye çalışılan bu hikayede ne yazık ki "İnek Şaban" saflığını, Münir Özkul babacanlığını ben hissedemiyorum.

8 Mayıs 2009 Cuma

Ryan Giggs veya Soldan Esen Fırtına


17 yaşındayken gençler maçında büyülemiştin Sir Alex Ferguson’u. “George Best’ten daha iyi” demişti Ferguson. Hemen Manchester United’a transfer edip A takımla antrenmana başlatmıştı seni, yeşil sahaların Clint Eastwood’u. İki üç ay sonraysa ne kadar futbol dilencisi varsa bayram ediyordu.

Meşin yuvarlağa dokunuşların kadife yumuşaklığındaydı, ressamın fırça darbelerini anımsatan. Topu sürerken bir sağa bir sola çekmek de senden önce vardı. Son sürat çizgiye inmek de... Ama ikisini birden gerçekleştirip topu Cantona’nın, Sheringham’ın, Rooney’in kafasıyla buluşturmak veya çaprazdan ceza sahasına girip sol ayağının dışıyla doksana çakmak… Doğan Koloğlu ustam yazılarında bahsettiği patlayan deparları senden ilham almıştı. Hücum futbolunun olmazsa olmazı demişti. Ters ayakla kanatta oynamayı ilk Stoickhov da görmüştüm. Sen onun çizgisini çok daha yukarılara taşıdın. Açtığın kulvardan Kewell, Robben, Messi koşar adımlarla geldiler. Sahi Kewell demişken onu da bir ara seninle kıyaslamışlardı değil mi? Ne büyük haksızlık, halen sakatlıklarla boğuşan Avustralyalıya.

Senden önce ikinci James Dean yaratmak istediler, gülüp geçtin. Eric ‘the King’ Cantona varken benimle uğraşmayın dedin. Sonra da “Titanic” rüzgarının estiği günlerde Leonardo di Caprio’ya benzetmeye çalıştılar. “Neyse ki David’le Victoria çıktı da basın benimle uğraşmayı kesti” sözleriyle o günleri anlatmış, pop starlığı elinin tersiyle Beckham’gillerin önüne itmiştin. Oysa her daim yeşil sahaların Humphrey Bogart’ıydın bizim için, olgun, beyefendi.

“Adım Eto’odinho olsa dünyanın en iyi futbolcusu seçilirdim” diyen Samuel Eto’o gibi, Brezilyalı olsaydın Cristiano Ronaldo’nun aldığından bir iki tane de belki sen alırdın, ama Galler milli takımında oynadığın dolayısıyla da dünya ve avrupa şampiyonalarında yer almadığın için böyle bir şansın hiç olmadı. Olmasın ne gam. “Real Madrid’e göndermiyorlar, ben ücretli köleyim” diye ortalığı ayağa kaldıran kölelikten, işçi haklarından bihaber Ronaldo züppesi belki seni ve kariyerini örnek alır: 17 yıldır aynı takımda aynı formayı giymek (İngiltere rekoru), sayısız lig kupası, iki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu.

Birkaç gün önce Manchester United’la nikah tazeledin, Kaka’nın gölgesinde kalan. Milan seni istemişti, gitmemiştin. Kaka da senin gibi yaptı, parayı değil taraftarın sevgisini tercih etti. Sizin gibi kendini formasına adayan da fazla kalmadı zaten. Raul, Maldini, del Piero, Gerrard belki bir iki kişi daha fazlası değil. Ne diyebilirim ki sana Ryan Giggs. En güzel oyunsa futbol, sen onun en güzel yüz metresini koştun.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

futbol ve gerilim


Hangi “Rocky”, “Rambo” veya Van Damme filmini seyretsem kahraman haksızlığa uğrar, sonra içindeki ışığı keşfeder, gaza gelir ve ne kadar düşmanı varsa pata küte dövüp kötüleri alt eder. Bazen gözleri görmez, bazen bombalara karşı elinde sadece bıçağı vardır, ama olsun. İnandıktan, hırslandıktan sonra gerisi ayrıntıdır. Filmlerin hayatımızdaki izdüşümü ise sanki biraz farklıydı.

1996-1997 Fenerbahçe

“Ali Şen başkan Fenerbahçe şampiyon” günleridir. “Oğuz-Aykut çetesi” gönderilmiş herkes rahat etmiştir!!! Lazaroni’nin takımı G.Saray’ı Ali Sami Yen’de 4-0 yenmiştir. Ne hikmetse Kostadinov eksenli 3 yabancı - 4 yabancı ikilemi başlar. Ali Şen sinirlenir ve yumruğunu masaya vurur. “Kostadinov’a izin vermeyen F.Bahçe düşmanı federasyon gidecektir.”

Sonuç: Sarı-lacivertliler şampiyon olamaz. 4 yıl sürecek olan G.Saray saltanatı başlamıştır.

G.Saray - Chelsea

İlk maçta Taffarel kırmızı kart görmüştür. 10 kişi kalan takım asil bir mücadelenin sonunda Stanford Bridge’te 1-0 kaybetmiştir. Rövanş bir hafta sonra Sami Yen cehennemindedir. Aşırı motive olmuş oyuncuların yüzlerindeki ifadeden korktuğumu halen hatırlarım.

Sonuç: Zola –Flo işbirliği ve 5-0. Chelsea depremine sinirlenen Terim yumruğunu masaya vurur. Bursa’ya takımın çoğu götürülmez. Yedek ağırlıklı kadro timsahlarla berabere kalınca, as takım Hertha’ya ve Milan’a karşı tekrar sahne alır ve sahaya stresten, gerilimden uzak çıkan takım üst üste iki galibiyetle UEFA kupasına açılan kapıyı aralar.

Beşiktaş - Samsun


5 Kırmızı kartla tarihin en iyi Beşiktaş’ı duman olur. Sinan Engin sahne alır. “Kartalın hakkını kimse yiyemez, Cem Papila hakemliği bırakmalıdır. Yapılan, federasyonun yanına kalmayacaktır.” Yumruk masaya vurulmuştur artık.

Sonuç: 11 puan farkla lider takım 5 yıldır şampiyonluğa hasret. Unutmadan Yıldırım Demirören’in de başkanlığa gelmesiyle oluşan başarısızlıkta tüm suçlu Beşiktaş düşmanı hakemler diyelim de, o zaman Del Bosque, Rıza Çalımbay, Tigana ve Ertuğrul Sağlam niye gitti. 2 milyon avroya transfer edilen Gordon Schildenfeld seneye takıma dönünce hangi yabancının sözleşmesi, tazminatı verilerek feshedilecek? Aklım ermedi bir türlü.

Türkiye - İsviçre

Yakın tarihimizin en karanlık sayfası. Başrolde yine imparatorumuz ve askerleri. İsviçre’deki maçtan sonra günlerini göstermenin zamanı gelmişti. Havaalanından itibaren başlayan psikolojik savaş, otelde, otobanlarda ve sahada devam etti. Beyefendilik abidesi Mehmet Özdilek bile ortamdan etkilenip kılıçlarını kuşanmıştı.

Sonuç: 4. golü atmamıza ve bitiş düdüğüne 10 dakika kala, “Braveheart” Tuncay’ın bile sinirleri iflas etmiş, oyuncularımız havlu atmıştı. “Vizyonu ve karizması olmayan” Şenol Güneş ile bir önceki kupada Dünya 3.’lüğüne uzanan Türkiye, Dünya Kupası’na katılamadı. Neyse ki Mehmet Özdilek’i tekrar kazanabildik.

Ve bugün

Bugüne gelirsek ikinci döneme kötü bir başlangıç yapan G.Saray’lı yöneticiler de “artık yeter” dediler ve masaya yumruğu vurdular. “Gerekirse CAS’a gidilecek, federasyonu kimin yönetmediğini biliyoruz…”

Sonuç: Geçen senenin şampiyon takımı, Milan Baros, Fernando Meira, Harry Kewell takviyesine rağmen, liderin 5 puan gerisinde. Bu arada Baros’un futbolu hentbolle birleştirme çabaları da tam gaz devam ediyor.

NOT: Futbolumuzda gerilimin yakın ve kısa tarihi başlığının altında ağırlıklı olarak İstanbul dükalığı ve milli takımdan bahsetmiş olmamın vicdani rahatsızlığıyla, spor medyasında diğer takımlara çok az yer verilmesinin üzerimde bıraktığı etkinin okur nezdinde göz önünde bulundurulması dileğiyle…

4 Mayıs 2009 Pazartesi

hasan şaş


Hacettepe maçı sonrasında, havaalanında Galatasaraylı Hasan Şaş'a bir saldırı olmuş cep telefonuyla.
Hasan Şaş'ın Galatasaray'dan önceki zamanları pek kalmamıştır belleklerde. Gerek de yoktur. Çünkü en güzel zamanlarını Galatasarayla yaşamıştır ve o güzel günlerde de büyük emeği vardır.
Bir daha hiçbir takımın ve taraftarın yaşayamayacağı mutluluğu yaşamış Galatasaray'ın, Galatasaraylının o günler hatırına da olsa, ki geçen yılın şampiyonu da bu takımdı, bir vefa ile her bir topçusuna sahip çıkması bir tür zorunluluktur. Bizim futbola baktığımız yerden "zorululuktur" diyoruz.
Başka nasıl "Büyük" takım olunur, bilmiyorum.