27 Şubat 2009 Cuma

bir tür çete

FB’deki Semihçilerden aşağıda bahsetmiştim. Bana göre onlar da bir tür çetedir. Bu çetecilikten onların sağladığı menfaat doğrudan, yaptıkları işin kendisidir. Bahsettiğimiz gibi Anelka’yı, Kezman’ı, Guizayı hedef tahtasına bir bir yerleştirerek Semih’i cilalamışlardır bir hamasiyet de içeren yaklaşımlarıyla. Konuşmuşlardır, hiç durmadan konuşmuşlardır böylece de kendi piyasalarını da yaratmışlardır. Öyle ya, ne için para alıyorlardı…

Bu çetecilere az önce bir yenisi eklendi, ekleniverdi, sanki birdenbire oldu, her şey birdenbire oldu, hem de son saniyede oldu, belki olmak istemezdi ama oldu, pat diye, aniden… “Bülent Korkmazcılar” diyelim buna. (aslında aşağı yukarı aynı adamlar bunlar)
*para bile konuşmamış
*takımı derleyip toparlamış
*birliği ve dirliği sağlamış
*maç boyunca kenarda öyle bir durmuş ki
*takımı nasıl da motive etmiş
*orada Skibbe olsa idimiş elini şöyle bir sallayıp o gollerden sonra tribüne bakarmış
*UEFA ruhuymuş
*inanmış

El insaf efendiler, tüm bu lafları ceset soğumadan yapıyorsunuz. Bu kadar belli etmeyin kumaşınızı. Biraz düşünün konuşmadan. Benim tanık olduğum hazin manzara en itibarlı spor kanalında NTV’deydi üstelik. (Ama bence bu itibar asla orada yorumculuk yapan Hakan Ünsal, Sergen Yalçın, Gürcan Bilgiç komedi dans üçlüsünden kaynaklanmıyor, “şimdilik” doğrudan kanalın kendisinden kaynaklanan bir itibar bu.)
Bugün Skibbe’ye vurmak için, sezon boyunca yaptıkları saldırıyı haklı bir zemine oturtmak için Bülent’i (onlar konuşurken öyle diyordu, Bülent, Bülent hoca değil!) yere göğe sığdıramayanlar (daha ilk doksan dakikada) aynı ilkesizlikle onu vuracaklardır; erken geldi, tecrübesiz, ders çıkarmadı hiç, diyerek…
Ve bir gün bunları TV’den izleyenler sıkılacak bu dengesiz, tutarsız, kedini tekrar eden, yaratıcılıktan uzak, sığ, sıradan yorumlardan. Kendi yorumcusunu yetiştirme gayreti içindeki NTV de pes edecek…
Bekliyoruz… Merakla, istekle, sabırsızca...

21 Şubat 2009 Cumartesi

guiza ve semih


Dilemma

Aslında hiç ilgim olmayan bir alanda yazacağım. Yazmazsam olmaz, diyerek yazıyorum. Konu Guiza ve dolayısıyla Semih. Sezon başından beri Fenerbahçe yazarları Guiza’ya demediğini bırakmadı. Bunu yaparken de hesaplarında hep Semih vardı. Kimilerinin “Genç” kimilerinin de “Ballı” dediği Semih... İlginç bir şekilde bir tür “Semih Muhipleri Derneği” oluştu. Bu dernek faaliyetleri kapsamında da Anelka bile kurban edilmişti vaktiyle, hatırlayınız; kimisi pervasızca, “Etoo’dan bile meziyetli” dedi Semih için, Fenerbahçe onsuz olamaz dendi, adamcağız buradayken Kezman’a adeta zulmedildi.
Son Hacettepe maçında oyun kopmuşken Semih’in attığı formalite goller yine şampiyonluk sevinciyle karşılandı. Her golde Guiza ekrana geldi. İşte Guizasız ve Semihli FB dendi. İnsafını kaybeden herkes sarıldı kaleme, vurdu Guiza’ya, methiyeler düzdü Semih’e. Ama Alex faktörü yeterince tartışılmadı, Guiza’nın çoğu zaman nasıl yalnız kaldığı…
Az önce Gençlerbirliği-Fenerbahçe maçı Gençlerin 1-0’lık galibiyetiyle bitti. Dikkatle Semih’i izledik. Hiçbir önyargı olmadan yazıyorum. 9o küsur dakika boyunca onca övgünün onda birini hak edecek hiçbir şey yapmadı; iki santim önündeki toplara vuramadı, kafaya çıkamadı kendini yere sessizce bıraktı, şut çekti top avuta bile çıkamadı, ikili mücadelelere giremedi… Aslında o enteresan “talihinin” yanında olmamasının dışında Semih aynıydı.
Az önce Rıdvan “Yüzde Yüz Futbol”da hiç sıkılmadan, Semih’i yine savundu, elinden geleni yaptı, diyerek; klişe olduğunu kendisini de kabul ettiği sözlerle… Bakalım yukarıda bahsettiğim derneğin diğer üyeleri neler diyecek Semih için, merakla bekliyorum.

15 Şubat 2009 Pazar

tercih etmek


Gurbettekiler

Başlık şöyle bir şeydi: “Gurbetçi Futbolcular Neden Milli Takımımızı Tercih Etmiyor?”

Peki biz soralım, o futbolcular neden bizim milli takımı tercih etsin?

* Sadece “aileden” Türk olmak burayı tercih etmelerinin bir garip “mecburiyeti” olabilir mi? Neden tercih etsinler milli takımımızı? Evet;
* Kifayetsiz muhterislerin elinde heder olmak için mi?
* Örneğin, Yıldıray’ın yaşadıklarını yaşamak için mi?
* El kapılarına (adeta köle diye) devlet eliyle gönderdiğimiz birinci kuşağın çocuklarından, torunlarından bir tür teşekkür(!) beklediğimiz için mi? (Not: Tam burada dinleyiniz; Ruhi Su / El Kapıları).
* Geldiklerine pişman olmak için mi?
* Türlü kaprislerle, kayırmalarla muhatap olmak için mi?
* Futbol hayatı bitmek üzere olan kimilerinin yedeği kalarak kariyerlerini yıpratmak için mi?
* Neden tercih etsinler…
* En önemlisi; onların futbolculuklarında herhangi bir emeğimiz olduğu için mi?

Ne kadar kolay değil mi istemek, çağırmak, gel demek… Ülkede binlerce genç futbolcu, on binlerce futbolcu adayı var. Yetiştirmekten veya bunu düşünmekten, devamında bu topraklardan 18 kişilik bir milli takım çıkarmaktan bu kadar mı aciziz? Hep mi hazıra konma derdinde olacağız? Emeğin en yüce değer olduğunu ne zaman anlayıp emek vererek bir şeyler yapacağız, bu anlamda ne zaman vazgeçeceğiz emek hırsızlığından? Ve sonra yaygaracılıktan?

Not: Bu kuşak artık "gurbette" değil!

11 Şubat 2009 Çarşamba

Üç N / Bir T (beşinci yazı)


Ne Zaman Taraftar?

*takım başarılı olduğu zaman
*galip gelindiğinde
*gol atarken
*gol kovalarken
*takımın bir kalecisi olduğunu unutmuşken
*şampiyonluğa oynarken
*şampiyon olurken
*bazen küme düşerken
*küme düşmemesi için çırpınırken
*diğer takımın taraftarını kızdırırken
*formlarda klavye savaşlarına girişirken
*takıma bir aidiyet hissederken
*bir efsanenin parçası olmaya çalışırken
*camianın gücünden kendine bir güç ararken
*bunun olabileceğini zannederken
*hayata tutunacak bir dal ararken
*hafta sonlarına bir anlam kazandırmak istediğinde
*macera aramaya başladığında
*ağrısız başını ağrıtmak istediğinde
*hayata, talihe sitem etmeye heveslendiğinde

Bu cevaplar da yetmez, diye düşünüyorsanız şöyle toparlayayım;

“taraftarın keyfinin geldiği, gerçekleştiği zaman taraftar.”

8 Şubat 2009 Pazar

3N 1 T (dördüncü yazı)


Nasıl Taraftar?
Bu alt başlıkta yine aynı değerler akla geliyor; fedakârlık, kötü günde de sevmek, hep destek, takımı ille de başarısı için sevmemek, falan filan. Sakız ettik… Bildiğiniz laflar. Yani takım aşkı büyük ölçüde “platonik” olan…
Hayatımız baştan sona öznelliklerle doludur. Öyle de olmak zorundadır. Çünkü her insanın bir düşünme, analiz etme, tercih yapma becerisi vardır (reflekslerle de olsa)… Bu da öyle olmak zorundadır, değil mi? ( İradesini –siyasette gördüğümüz gibi- iki torba kömüre pazarlayanlara sözümüz yok!) Durum böyleyken “nasıl taraftar”ın cevabını vermek, buradan bir profil çıkarmak yine öznel bir iş oluyor. Ne diyelim şimdi burada? İdeal olan hangisi?
*çekirdek çinten ve sadece maçını izleyen taraftar mı,
*ne olursa olsun vaziyet, arada hakeme sövmek için bulunan taraftar mı
*rakip takımın maneviyatını bozmak için ter döken taraftar mı
*takımı her haliyle kabul eden taraftar mı
*takım galipken bile ondan hoşnut olamayan taraftar mı
*daha üçüncü dakikada kendi takımına sinkafı basan taraftar mı
*yönetimin taraftarı mı
*yalnızca başarılarla tatmin olan taraftar mı?

Şöyle toparlayabiliriz, galiba; alın bir insanı okulda, evde, işte, rakı masasında, seyahatte, kahvede kâğıt oynarken tahlil edin, şöyle bir resmini çekin, tribüne kopyalayıp yapıştırın ortaya aynı suret çıkacaktır. Bu da o ülkenin; o siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel koşulların, o şehrin, o eğitim niteliğinin insanı olacaktır. On bin kişilik bir tribünü bu anlamda tarzlara göre gruplandıracak olursak orada galiba yine on bin grup olacaktır. Veya böyle bir şey. Yani; “Taraftarın nasıllığı= Bireyin nasıllığı”

7 Şubat 2009 Cumartesi

3N 1 T (üçüncü yazı)

(3)

Bunun sorgulanması (yani "neden taraftar" kavramının), “aşk” kavramının sorgulanmasına benzer. Mehmet Ali Kılıçbay bir yazısında aşk denen şeyin direkt öznenin arzuları, beklentileri için olduğunu söylemişti. Yani ben birine âşıksam aslında kendim için aşığım. O sevgilinin bazı meziyetleri olsa da ruhsal veya fiziksel… Taraftarlık da öyledir. Kısmen.
Kişisel tatmini sağladığı sürece vardır taraftar. Kişisel tatmin de genel için düşünüldüğünde mutlak başarıdır. Yani her an “eski aşka” dönüşebilir takım ve taraftar da onu hayatının önceliklerinden çıkarır.

Bir takımın taraftarı olmanın tarihsel veya kentsel gerekçeleri ne olursa olsun son tahlilde “taraftarlık taraftar içindir!” saptaması damgasını vurur.

6 Şubat 2009 Cuma

3N 1T (İkinci Yazı)


(2)
Neden Taraftar?

Bunun farklı farklı yanıtları vardır. Avrupa’daki bir şehir takımının taraftarı olmanın bazı tarihsel, kavimsel nedenlerinin olduğu bir hakikattir. Oralardaki ayrım şehir-devletlere kadar gidebilir. En yerel bir bakışla örneğin bir Milanolu taraftar aslında vaktiyle kendince bir devletin vatandaşıydı. Devamında o küçük krallığın bir tecellisi olan tutması da kaderin bir oyunu değil dayatmasıdır.
İzmir’deki Karşıyaka-Göztepe farklılığı da kısmen böyledir. Semtlerin oluşturduğu bir tercih vardır orada, kendini İzmirli değil de Karşıyakalı saymanın “orijinalliği”. Ankaragücü-Gençlerbirliği ayrılığı da içinde bir takım sosyolojik, kültürel unsurları saklar. Gençlerin “olaya” biraz daha elitsi yaklaştığı-yaklaşmış olduğu rivayet edilir. Lakin bir Eskişehirsporlu, Sakaryasporlu, Bursasporlu, Bolusporlu olmak günümüz itibariyle “gayri ihtiyari”dir. İşin en enteresan boyutu ise Adana’da yaşanmaktadır. Çünkü baba ve oğul arasında bir tercih farkı olsa da bunun hiçbir ruhbilimsel, sosyo-ekonomik, kültürel vs filan gerekçesi yoktur. Şöyle bir fark olabilir: Popülerlik. Bu popülerlik de kendini iki biçimde gösterebilir:

1) Taraftar kitlesinin popülerliği ve şehirde iyi örgütlenmesi yani kendini iyi ve etkili tanıtması

2) Takımın liglerdeki başarısı

Bu tercihlerin renklerle de ilgisi yoktur. Benim takımımın renkleri ne ise en güzeli de odur. Bunu geçelim. Peki en nihayetinde bir taraftar neden taraftar? Bunun cevabını da bir sonraki yazıda vereyim, oradan da devam edeyim…

5 Şubat 2009 Perşembe

3 N / 1 T (birinci yazı)


(1)
Taraftarlık üzerine birçok yazı karaladık, genel taraftarlığa veya kendi taraftarlığımıza dair… Tüm bunlar bir tür “suya yazı yazma” eylemi midir, bilinmez. Fakat öyle gibidir. Kimselerin “tarzından” vazgeçmek gibi bir düşüncesi yok, olmaz da, hatta bunun gerekliliği bile akla getirilmez. Çünkü ben de taraftarlığımı en ideal düzeyde görüyorum, en “taraflı” halimle. Yine de bir şeyler yazmadan olmuyor, “taraftarlık” üzerine. Çünkü taraftarlık o kitlenin içinde bulunduğu “her şeyle” de ilgilidir. Taraftarlığı konuşurken sadece o taraftarlığı konuşmuyoruz, değil mi?Örneğin Adanalı bir taraftarla Kayseriliyi hangi “düzlemde” ele alsak arada hep “yokuşlar” oluyor taraftarın “azami müştereklerde” buluşmasını köstekleyen; inançlarda, ekonomide, futbolu hissetmede, hayata bakışta, siyasal tercihlerde, rakıyı algılayışta mutlaka birtakım özgünlükler vardır tribünleri de sloganları da etkileyen. Bu farklılık doğaldır da.Ama “asgari müşterekler” de mi yoktur taraftarlık hissiyatında? Werder Bremenli bir taraftarla Adanasporluyu hemfikir yapan? Hani gazeteciliğin 5N 1K’sı gibi…Aslında var olduğunu düşündüğümüz için bu başlık böyle:
3N 1T… Açılımı; Neden Taraftar, Nasıl taraftar, Ne Zaman Taraftar?

4 Şubat 2009 Çarşamba

reddediyoruz


Futbolun Reddedilen Halleri

İlk On Bir

* Futbol = Para zihniyetinin iktidarını reddediyoruz. ( Ama ne yazık ki elimizden reddetmekten başka bir şey gelmediğini de biliyoruz.)
* Üç dört büyükler egemenliğini de esefle kınıyor ve reddediyoruz. ( Bknz. Yukarıdaki parantez içi.)
* Süper Lig’in İstanbul ve Ankara kulüpleri tarafından işgal ve iğfal edilmiş olmasını hiddetle reddediyoruz.
* Haddizatında örtülü örtüsüz tüm ‘belediye futbol kulüplerini’ reddediyoruz.
* Siyasi manevralarla kayırılan, kollanan kulüplerin bu ayartmacaya kurban gidip de sus pus kalmalarını ve bu hazın hallerini sineye çekmelerini reddediyoruz.
* Seçim transferlerinin kadro dışı kalmamalarını reddediyoruz.
* Emeksiz galibiyetleri reddediyoruz.
* Lehimize de olsa, haksız kararları ve türlü hakem şaşkınlıklarını reddediyoruz. (Hakem hakkında yorum yapmak istemiyoruz, edebiyatıyla kaderine razı bir ezikliği de reddediyoruz. Ama futbolcuyu, antrenörü, hakemi vs’yi eleştirip de kaymağından bir parmak aldığı zalim kapitalciliğin futbol âlemi için usulden de olsa iki laf edemeyen spor yorumculuğunu da reddediyoruz.-bizimki de laf, hem kaymaktan filan bahsediyoruz hem de neler bekliyoruz.)
* Takımı kaybedince kendini kaybeden taraftarlığı reddediyoruz.
* Futbolcunun ‘oyuncu’ olanını reddediyoruz.
* Ve futbolda dönen onca paranın nereden geldiğini – nereye gittiğini hala idrak edememiş olmayı reddediyoruz.
_________________________________

On biri biz saydık, devamını reddetmek sizden olsun...

3 Şubat 2009 Salı

bir hoca


Abdullah Avcı
Sonunda en beyefendi hocayı da çileden çıkardılar ya…
Hiç hazzetmediğimiz bir takımdır İstanbul B.B. renkleri içinde her ne kadar turuncu olsa da…
Ama orada bir Abdullah Avcı var ki… Ona şapka çıkarırız. Severiz… Tutarlı bir biçimde sergilediği incelikli davranışları işte onu en fazla İ.B.B. teknik direktörü yapabilmiştir ne yazık ki… Bu durum da nezih futbol âlemimizin hazin bir fotoğrafını vermektedir. (Bizce) milli takım düzeyinde bir hoca İBB’deyse ve akabinde en fazla İBB’yi çalıştıracak biri milli takımın başındaysa aslında bu ülkede futbola dair konuşulacak herhangi bir şey kalmamış demektir. Yoktur. Bitmiştir.
___________________________________
Mevzunun esasına dönelim; 1 Şubat 2009 tarihli Eskişehir-İBB maçında fena halde mağdur olan İBB önce Engin B.nin sonra da hakemin gadrine uğramıştır. Ve Abdullah Avcı da kendi terbiye ölçülerinde öfkesinin sınırına gelmiştir. Buna rağmen işte o bahsettiğimiz ve takdir ettiğimiz terbiye sınırları içinde aslında diyeceğini de demiştir. Ve de öyle anlaşılıyor ki “Türkiye Cumhuriyeti”nin (bakın Eskişehir’in demiyorum) bir maliye bakanı Eskişehirspor’un 12. adamı olarak çift dalmaya devam etmektedir. Devamında da bu konuda zaten hassas olan kamu vicdanı incinmektedir.
Bakın, bir tek bu durum bile o koca Eskişehirspor efsanesini yerle bir etmeye yeter. Belleği zayıf bir toplum olabiliriz. Ama futbolun dünyasında her bir ayrıntı, taraftarların bilincine kazınarak kaydolmaktadır. Biliriz. Yaşadık.
Demedi demeyin…

2 Şubat 2009 Pazartesi

umut vardır


Turuncu bir sabaha uyanıyorsak hala, bir şarkıda efkârlanıyorsak biz, uzak şehirlerdeyken de aynı göğe bakıyorsak, hayallerimiz varsa hala umut da vardır. Umut vardır bozulmamışsa rakının tadı, aynı şeylere gülüyorsak umut vardır, umut vardır aynı yağmurda ıslanacaksak, bir gün batımında dolaşacaksak birlikte umut vardır. Umut vardır yolculuklara çıkacaksak, bulut güllerinden daha bir suna ise güneşin şavkı, işaretlerine inanıyorsak hayatın, aynı filmden aynı hüznü buluyorsak ya da aynı aşkı, umut vardır. Aynı kaygılar sıkıyorsa canımızı, ama aynı yarınlara da inanıyorsak umut vardır, ki çıkmaz sokaklardan çıkarız aşka… Ve hep bir umut vardır…

1 Şubat 2009 Pazar

ırkçılık fenadır


FUTBOL BİZİMDİR, SAMET AYBABA
Futbol, lisede C ve D arasındaki sınıf maçıdır, Cumhuriyet Mahallesi ile 100. Yıl Mahallesi arasında oynanan oyundur, rakı-balığına girdiğin iddiadır, halı sahada iş arkadaşına attığın çalımdır, “You will never walk alone” dur, Barcelona’dır, ‘catenaccio’ya inat ‘total futbol’dur, Maradona’dır.

VE FUTBOL,
—Peru dağlarının eteklerinde top oynayan köylü kadınlarındır,
—okulun bahçesinde sevdiği kız geçerken, voleyle gol atmaya çalışan liseli gencindir,
—yeni aldığı kramponlarıyla uyuyan çocuğundur,
—Materazzi’lere isyan eden Zidane’nındır,
-ille de altyapı, genç oyuncular diyen Serpil Hamdi Tüzün’ün,Guy Roux’nun,Arsene Wenger’indir,
—Sponsorlardan gelen paranın kuruşuna dokunmadan, Kongo’daki yoksul halkına gönderen Che Guevara hayranı Shabani Nonda’nındır,
-“İşten atılan liman işçilerine destek” yazılı tişörtüyle Liverpool’lu Robbie Fowler’ındır,
—Faşist Hitler’in takımını yenerlerse, kurşuna dizileceklerini bilmelerine rağmen kazanan, SSCB’ li, vatansever Dinamo Kiev futbolcularınındır.

İŞTE BU YÜZDEN FUTBOL,
—Taraftarı müşteri olarak gören zihniyetin,
—Etoo’ya muz kabuğu atanların,
—Harcanan emeği hiçe sayıp, UEFA başarısını bile Fethullah Gülen’in eseriymiş gibi kullanmaya çalışan yeşil sermayeli İhsan Kalkavan’ın,
—Abramoviç’lerin,
—Campbell’a yamyam diyen Mehmet Ali Yılmaz’ların,
—Paolo di Canio’ların,
-‘Real Madrid’le ülkeyi uyuttum’ diyen General Franco'nun
DEĞİLDİR. ASLA VE ASLA…
______________________________
*Samet Aybaba’ya dönersek. Alkaralar gerekeni söylemiş, söylüyor:

Defalarca söyledik; başarıya, galibiyete tapan bir taraftar grubu değiliz diye… Ancak herkesin bildiği bazı hassas noktalarımız var: Futbolcumuz El-Saka hakkında ''Beni bir Arap'a tercih ettiler'' şeklinde ırkçı bir tavırla açıklama yapan Samet Aybaba’nın GENÇLERBİRLİĞİ camiasında yeri olmadığına inanıyoruz ve kulüp yönetiminin gereğini yapmasını talep ediyoruz…

Ellerinize sağlık.
Yüreğinizden umut eksik olmasın…