Hıncal'ın gayri bunadığının
ve yorumlarının herhangi bir kıymet-i harbiyesi olmadığının bir kanıtı da
şu sözler olsa gerek:
"Barcelona bana dese ki ’Arda’yla Messi’yi takas edelim’
ben şahsen kabul etmem
hatta ’Üzerine ne kadar para veriyorsunuz?’ derim.
Çünkü ben Arda’yı Messi’yle kesinlikle kıyaslamam."
8 Nisan 2010 Perşembe
6 Nisan 2010 Salı
güney afrika 2010
*1960’lardan 2010’a/Taş Ocağından Futbola
[Sosyalistlerin 2010 Dünya Kupasındaki Emeği]
1961’de Güney Afrika’da sosyalist mahkûmların tutulduğu Robben Adasında başlar hikâye. Taş ocağında kayaları taşa, taşları çakıllara dönüştürmeye mahkûm siyasiler satranç, dama, kızmabirader, kâğıt oyunları ellerinden alınınca önce buruşturdukları kâğıtlarla sonra bezlerden yuvarladıklarıyla koğuşlarda futbol oynamaya başlarlar. Hapishane yönetiminden futbol oynama izni almaya çalışırlar. Bu mücadele ancak dört yılda sonuç verir. Sonunda bir futbol topu edinebilirler. Ve böylece ucu 2010’a varan macera başlar; siyasilerin engel tanımaz direnci, inadı ve prensipleriyle…
Belli bir becerisi ve disiplini olan sosyalist mahkumlar bu işi belirli kurallar çerçevesinde yapmaya karar verirler. Siyasal mücadeledeki ilkeler, doğrular Robben Adasındaki futbol organizasyonuna yansıtılır. Titiz, düzenli, kararlı, hakkaniyetli, prensipli olunacaktır.
Makana Football Assocaition/Makana Futbol Derneği kurulur. Başkanlığına da şimdinin (2007) Güney Afrika Cumhuriyeti Adalet Bakanı yardımcısı olan Dikkana Maseneka geçer. İş ciddidir. Öncelikle futbolla orada hayata tutunulacaktır, bayatın bir parçası olmaktan vazgeçilmeyecektir.
Şöyle ifade eder Sedick İsaacs duygularını: “Futbol sayesinde hem kendimizi daha iyi tanıdık, hem de insanlığımızı ifade ettik.” Antony Suze, “Formaları giyince kendimizi dışarıda hissederdik.” diye hatırlar o zamanları. “Futbol oynarken güneşi hissetmek harika bir duyguydu.” der İndres Naido.
FİFA nasıl örgütlenmişse Robben Adasında da öyle örgütlenilecektir. Bir futbol tüzüğü, kurallar haritası çıkarılacaktır evvela. FİFA kuralları yanında yoldaşlık kuralları da ihmal edilmeyecekti tabi ki. Yoksa futbolu toplumun hizmetinde olan bir organizasyona dönüştürmek mümkün olamayacaktır. Bunu şöyle ifade eder Sedick İsaacs: “Hayat tüm yönleriyle toplumun hizmetinde olmalıydı. Birey de… Toplum da öyle...”
Futbolun tüm komiteleri kurulur. Üç ayrı lig oluşturulur. A Liginde üç takım vardır. Bu, en iyilerin olduğu ligdir. B Liginde de üç takım olacaktır, burası bir alt yeteneğe hitap edecektir. C Liginde ise iki zayıf takım mücadele edecektir. Çünkü herkesin futbol oynamaya hakkı vardır, yeter ki istesin. A Ligindeki takımların başkanı olacaktır, bu bir zorunluluktur. Ve bu başkanlar da üzerlerindeki tek başkana bağlanacaklardır.
Başkanlar eğitimlerinden çok liderlik yeteneklerine göre belirlenir.
İtiraz kurulları itirazları değerlendirir, pozisyonları tek tek tartışır ve en tarafsız kararını gerekçesiyle verir.
Elbette hakemler belirlenir, maç raporları tutulur, hakem kurullarında güzel futbolu korumak amacıyla sert oyuna izin vermeme kararı alınır. Buların başında Haryy Gwala vardır.
Bu arada orada olmalarının “neden-sonuç ilişkisini” unutmadan siyasi tartışmalar ve seminerler de devam eder. Marx, Kapital başucu kitaplarıdır. Ve muhakkak ki hayat bunlardan ibaret değildir, hafta sonları yine futbola geçilir.
Takımların adları, hayranlar, fanatikler, logolar, sloganlar, bayraklar, tribün atışmaları da bir olay örgüsü içinde kendini gösterir. Bu arada mahkûmlar adasının konuklarından Mandela da uzaktan bu maçları arkadaşlarıyla izler. Bizimkiler Mandela’yı fark edince bir başka şenlik olur. Ama sonra Mandela ve arkadaşları bir daha görünmez olur oralarda, hatta araya bir duvar örülür, o kadar korkulur ki o ilgiden...
Taş ocağı ile futbol sahası arasındaki iki ayrı hayat akmaya da devam eder, futbolun tüm halleriyle. Ve futbola bakış orada orijinal ifadelerini de bulur. Örneğin şu saptamayı yapar Lizo Sitoto:”Bir kaleci için en zor şey rakibin topla geldiğini görmek ve sonra o topu kaleden çıkarmaktır.”
Takım listeleri çıkar, bu listelere itirazlar olur tartışmalar hiç eksik olmaz.
Sezon sonunda karma bir lig oluşturulur. Tek ligle yetinemezler, top yuvarlanmaya başlamıştır bir kere. Bu ligde futbolcular karışır. Seçilmiş takımlar ligidir burası. En iyi futbolcular Atlantic Raiders adlı takımda bir araya gelir bir şekilde. Atlantic Raiders burnu havada bir takım olarak nitelenir süreçte. Bir de Blue Rocks diye bir takım vardır bu ligde. Blue Rocks genelde yaşlılardan oluşmuştur ve ligin en zayıf takımıdır. Ve bu iki takım mutlaka karşılaşacaktır. Favori bellidir. Maçın başlarında Blue Rocks tartışmalı bir gol atar ve kelimenin tam anlamıyla etten bir duvar örerek, kale önüne maç sonuna kadar daimi bir baraj kurarak o golün üstüne yatar. Maç sonrasında itirazlar olur, kural hatasından bahsedilir, FİFA kuralları referans gösterilir, maçın tekrarı istenir, protestolar olur, saha işgal edilir, hapishane yönetimi işe karıştırılmaz bu arada, yenilen taraf bunu bir türlü hazmedemez ve bu tatsızlık taraftarın tansiyon hastalıkları, hiddeti, can sıkıntısı içinde, bir ayrışma gerginliğinde 5 ay sürer. En nihayetinde olaylar, bu müthiş organizasyon arıza göstereceği sırada, durulur. Her şey tatlıya bağlanır. Çünkü organizasyonun en önemli ilkelerinden biri ağırlığını koyar gecikmeli de olsa: SAYGI!
Tüm bu mücadeleler taş kırma aylığı olan 25 sentlerin gücüyle olur…
Derken 1973’e gelinir, gözde futbolcular yaşlanır, kimileri yönetici, kimileri hakem olur, hakemliği tercih edenler futbolculuklarında en koyu hakem düşmanı olanlardır.
Bu esnada Güney Afrika’da olaylar devam etmektedir, her ne kadar Robben Adasında sosyalist bir futbol cumhuriyeti kurulmuş olsa da… Tutuklanan devrimci öğrenciler “ada futbolunun” alt yapısını oluştururlar.
Ve kurucu nesil için ayrılık vakti gelmiştir. Yeterince yaşlandıklarından korkulacak bir tehlike arz etmemektedir o zamanın ırkçı Güney Afrika hükümetince. Salıverileceklerdir.
“Sahaya çıktığımda kendimi evimde hissediyorum. Sanki o adadan uzaklaşıyorum.” diyen Antony Suze şöyle noktalar duygularını: “Belki çelişkili gelecek, ama benim için hayatımın en üzücü günü adadan ayrıldığım gündü. Çünkü geride ne çok şey bırakmıştım.”
Bir başkası: “Nereye gidiyorum ve ne yapacağım?” diye kaygılanır. Elbette bu esarete âşık olma değildir. Antony durumu özetlemiştir, geride çok şey bıraktık, diyerek. Diğeri: “Ailem nasıl insanlar oldu acaba, arkadaşlarım yaşıyor mu?” diye sorar kendi kendine.
Mark Shinners uzaklaşırken adadan, şöyle mırıldanır: “Miras olarak futbolu bırakmıştık onlara. Bu az şey değildi.” Elbette ki bu sosyalizmin futbola bıraktığı haysiyetli izlerle olmuştu.
Derken 2007’de FİFA Makana Football Assocaition’a ödülünü ayrıca verir futbola katkılarından dolayı.
Ve en son şöyle bir not düşer perdeye: “Dünya Kupası 2010’da Güney Afrika’da…”
“Bir Oyundan Fazlası” diye çevrilmiş bu hikâyenin anlatıldığı yapıt.
“More Than Just A Game”
(2007)
Yönetmen. Junaid Ahmed
Enfes bir belgesel/sinema… Oysa ben bu esere kadar, en güzel futbol filminin sonradan “Zafere Kaçış” diye uyarlanan “Cehennem Arasında İki Devre” olduğunu zannederdim…
zorba'dan
Buda ile Çoban / Zoraba’dan (Kazancakis)
Çoban: Yemeğim pişti, koyunlarımı sağdım, kulübemin mandalı sürülmüş, ateşim yanıyor; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!
Buda: Artık yemek ve süte gereksinmem yok, rüzgârlar kulübemdir, ateşim söndü; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!
Çoban: Öküzlerim ineklerim atalardan kalma çayırlarım ve ineklerimle çiftleşen bir boğam var; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Buda: Benim ne öküzlerim ne ineklerim var, çayırlarım da yok. Hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyden korkmam; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Çoban: Yıllardan beri karım olan sadık ve uysal bir çoban kızı var. Geceleri onunla oynaşmak hoşuma gidiyor; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Buda: Uysal ve özgür bir ruhum var, yıllardan beri ona benimle oynaşmayı öğretiyorum; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Çoban: Yemeğim pişti, koyunlarımı sağdım, kulübemin mandalı sürülmüş, ateşim yanıyor; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!
Buda: Artık yemek ve süte gereksinmem yok, rüzgârlar kulübemdir, ateşim söndü; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!
Çoban: Öküzlerim ineklerim atalardan kalma çayırlarım ve ineklerimle çiftleşen bir boğam var; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Buda: Benim ne öküzlerim ne ineklerim var, çayırlarım da yok. Hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyden korkmam; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Çoban: Yıllardan beri karım olan sadık ve uysal bir çoban kızı var. Geceleri onunla oynaşmak hoşuma gidiyor; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Buda: Uysal ve özgür bir ruhum var, yıllardan beri ona benimle oynaşmayı öğretiyorum; sen de istediğin kadar yağ gökyüzü!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)