31 Ocak 2009 Cumartesi

Öteki Yüzü Olmayan Madalyon


O hafta belki futbol tarihimizin en uzun haftası olmuştu. Bu, bir tedirginliğin tezahürü olan uzunluktu ve tabi ki izafi bir haldi. Gitti giderdi şampiyonluk, sıkıntı buydu. Pazar olacak ve şampiyonluk için en küçük bir umut bile heba edilmeyecekti. Öyleydi de, biz o umut kırıntısını nereden ve nasıl bulacaktık? Sonuçta bir umut aramak için de o haftanın geçmesi ve Pazarın gelmesi gerekiyordu. Ama zaman geçmiyordu, bir yerde alıkonmuştu. Durmuştu, hatta yok olmuştu.

Dünyanın en uzun gecesi bir günü diğerine bağlayamıyordu. Bir derin uyku halindeydi evren veya bize öyle geliyordu.

Bunca eziyet yetmezmiş gibi Azmi, telefonda arıyor 16.45’ten 24 saat önce “yarın bu saatlerde...” diyordu, kahkahası telefonda değil tüm kentte yankılanıyordu. Evet, yarın bu saatler… O kahkaha büyüyor, evriliyor, kara deliğin kendisi oluyor ve her şey orada kayboluyordu…

Umut bize ne kadar uzaktı; yine bir şampiyonluk, konfetiler, son tezahürat… Uzaktı, ovanın sarı sıcak ıssızlığında kayboluyordu her şey. Ah umut…

“Kaf dağını aşacaksın, üç haftada aşacaksın, kim bilir hangi noktadan kıracaksın buzu, nasıl bulacaksın nerede olduğu hatta varlığı bile meçhul o kılavuzu.

Üstelik o an bizim hedefe ulaşmamız da yetmiyordu mutlu sona. Felek, bir başka yerden de gülmeliydi bize.

Sonra her şey birden akmaya başladı. Bin yıldır indirmeyen yağmur şimdi yeşertmişti çölü. Portakal çiçeği kokusu sarmıştı şehri. Rüyalarımızdaki peri kızı görünmüştü. Belki bir “sihirle” aydınlanmıştı kâinat.

Borges, hala görebiliyor olsaydı ve maçı(ın o anını) izleseydi şöyle hikâye ederdi:

“Tüm Pagan Tanrıları oradaydı. Odin de gelmişti. Ana kıta Anadolu’nun ve Kilikya’nın en ihtişamlı töreniydi. Birazdan biri gülecek diğeri ağlayacaktı, ben böyle bir an’a şahit olmak istemezdim ya…

Bu öbür yüzü olmayan bir madalyondu. Ve olmayan yüzü göğe doğru düşünce hiç görünmeyecek, asla bulunamayacaktı. –Ki onu Kutsal Kâse Şövalyelerinden eski Babil krallarına kadar her bir maceraperest, hiç bulamayacağını bile bile, ölümüne aramıştı. Çünkü aramak amaç olmuştu…-

Ah, Alef’i yazmamış olsaydım şimdi daha derinlikli anlatırdım onu.

Aynı sayfasını bir daha hiçbir zaman bulamadığım o “Kum Kitabı” o anda somutlaşmıştı. Tekrarı olmayan anlar, tüm hayatımızın kaderini çizer ve biz onları bir daha bulamayız. Böyle bir şeydi.

Her şey o Pagan şöleninde yaşanırken kendi zamanında, ‘Kaptan’ topa vurduğunda sanki Kral Arthur, Exsalibur ile göğü yardı ve evrende başka bir boyut açıldı. Orada Alef turuncu bir ışıktı. Ben aslında o an kör olmuştum. Mutluydum bile, çünkü yerle güneş arasında ben göreceğimi zaten görmüştüm. O meşin gülle kalenin surlarını yıktığında, bu hikâyeyi ben çoktan yazmıştım.”


Derken biz, en zor geçitleri aşmış, turuncu bir günbatımında atımızı yen bir maceraya doğru sürmeye başlamıştık.

Not: Bakınız; J. L. Borges’in ” Kum Kitabı, Alef, Kurs” adlı hikâyeleri. İletişim Yayınlarından…

Teknik Adam Değişikliği


Sizce Avrupa’nın en formda takımı hangisi? Real Madrid’in hocası Schuster kovulmadan önce Barcelona için “Bu yıl onların yılı, önlerine geleni deviriyorlar, Nou Camp’ta onları yenmek imkânsız” yorumunu yapmıştı.

Barcelona
Barcelona dört yıl süren Rijkaard döneminde İki La Liga şampiyonluğu ve bir şampiyonlar ligi şampiyonluğu kazandı. Kan değişikliğine ihtiyaç duyulunca göreve etkili pasın efendisi, Guardiola getirildi. Guardiola uzun yıllar Barcelona’da oynamış ve kaptanlık yapmış, futbol hayatı sonlanınca da kulübün altyapısında görev almıştı. O işe başlamadan önce Ronaldinho, Zambrotta, Deco, Oleguer, Dos Santos takımdan ayrılmış, yerlerine Keita, Pique, Alves, Hleb gibi isimler takviye edilmişti. Bu seneki başarıya gelirsek, takım şu anda ligde altı puan farkla lider, ŞL’ de iki maç önceden gruptan çıktılar. Gol ortalaması üçün üzerinde. Gelenlerin gidenlerden daha büyük isimler olmadığını bu yüzden de başarının tamamının futbolculara ait olmadığını düşünüyorum. Oyunun şekliyse Cruyff döneminden bu yana aynı; pas oyununa ve verkaçlara dayalı hücum futbolu, rakibi kendi yarı alanına hapsedip kanatlardan Messi ve Henry ceza alanına dalarken, onların boşalttıkları alana Alves ve Abidal bindirme yapıyor sadece bu yıl ara sıra defansın arkasına 40–50 metrelik uzun toplar da atmaya başladılar.

Bayern
Barcelona gibi Avrupayı sallayan bir diğer takım da Bayern. Geçen hafta ligde lider Hoffenheim’ı, ŞL’ de deplasmanda Lyon’u geçtiler. Onlar da Hitzfeld’le yolları ayırıp (O da nedense dünya futbolunda kıymeti bilinmeyenlerden, 2001’ de Bayern’le ŞL kazanmıştı ) sezona eski oyuncuları, efsane golcü Jurgen Klinsmann ile başlamışlardı. Kadrodaysa kaleci dışında ciddi bir değişiklik olmadı. Klinsmann da Hitzfeld’in oyununu fazla değiştirmedi.

Hem Guardiola hem de Klinsmann ilk iki haftayı galibiyet alamadan kapamışlardı. Kimse onlar için ‘futbolcularla fazla içli dışlı, daha önce hangi kupayı kaldırmış ki, karizmatik değil’ falan demedi. Ne Guardiola’nın ne de Klinsmann’ın başka takımlarda görev alsalar (mesela Chelsea veya Milan) başarılı olabileceklerini düşünmüyorum.5–6 yıl sonra belki. Zaten başka hiçbir üst düzey takımdan da teklif almadılar ama ikisi de kulüplerin hem kadro yapısını, hem idari yapısını, ligin futbol anlayışını, altyapı organizasyonunu, oyuncuların hangi sistemde verimli olabileceklerini çok iyi biliyorlar. Bu bile takım –hoca valsinin uyumu için yeterli olabiliyor.(Bu isimlere altyapıdan birinci adamlığa geçiş yaptığı Real Madrid’le iki ŞL kazanmış olan, ama ulu bilge Reha Muhtar’ın futboldan anlamadığını ileri sürdüğü Del Bosque de eklenebilir.)

Soru şu:
Futboldan çok iyi anladığını iddia edip, FB tarihinin en başarılı hocası Zico’yu gönderen, kulüp yapısını çok iyi bilen Aykut Kocaman’ı düşünmeyen (ki Sayın Kocaman, Zico’nun oynattığı oyunun çabuğunu oynatıyor) Aziz Yıldırım mı futbolu daha iyi yorumluyor, yoksa Bayern ve Barcelona yönetimleri mi? Peki ya Aragones sonrası? Her şey sil baştan. Tıpkı son dört sezondur farklı farklı oyun anlayışlarına sahip Rıza Çalımbay, Tigana, Sağlam ve Denizli ile başarıdan başarıya koşan Beşiktaş gibi…

30 Ocak 2009 Cuma

tribün deyimleri


"Penaltımız Verilmedi"
Biraz daha küçük yaşlarda kullanılan bir yenilgi gerekçesidir (en azından benim için böyleydi). Eve öfkeli, kederli dönüşün makul bir izahı olmalıydı söz konusu hazin yenilgiden sonra. Hani yenildik ama… Sokağa girince kızdıracak “ötekiler”. Birileri takılacak.

* “Yahu biz aslında iyi oynadık. Ne yaparsın ki düdük hakemin elinde. Bazı şeyleri aşamıyorsun, sen istediğin kadar mücadele et.”

Biz asında tam da o anda “vaziyeti idare etmeye” çalışıyoruzdur. Nasıl diyeceksin, herifler bizi eze eze yendi. Kötüydük. Mecalimiz yoktu. İki pas yapamadık…

“Bu haftayı nasıl kurtarabiliriz?” derdindeyizdir.

* Evet, bir zalim hep vardır.
* Kader zaten gülmez bize.
* Federasyon şöyledir, hakemler de böyledir; ki penaltımız verilmemiştir.

Her taraftarın gerektiğinde başvurduğu bir bahane, bir teselli limanı olduğundan bu savunmalı suçlama anlayışla karşılanır ötekilerce de.

O haftanın salvoları da böylece atlatılacaktır.

Yani; penaltılarımız verilsin, takım galip gelsin ve böyle bahanelerimiz olmasın.
Bu da yazımızın ana düşüncesi olsun: ))

Seyri de Makbul Bir Spor


Futbol
Sokak aralarında, nadasa bırakılmış tarlalarda, sokağa çıkma yasağı olduğunda caddelerde, iki ev arasında, okul bahçesinde, turnuvalarda, işte halı sahalarda… Gazozuna, parasına, sahte bir kupasına, keyfine ve illa ki keyfine oynadığımız futbol… Seyirci olarak tribünlerde; mazide kalmış çocuk ruhumuzun can bulduğu, yeniden sokaklara, çılgınlıklara, eve üst baş kirli, korka korka dönmelere dair bir hatırayı canlandırmaktadır bizim için. Bizim için, eski zamanların dumanları arasında kalmış masum bir hikâyenin; uçurtmalar, bilyeler, topaçlar gibi değerli bir parçasıdır futbol. Yani çocuk yanımızın hiçbir yere gitmediğinin, yanı başımızda olduğunun en güzel tanığıdır da futbol.
Adam sorar: Mutluluğun ne olduğunu bir çocuğa nasıl izah edersin?
Öteki: Bunu kelimelerle açıklayamam, der. Oynaması için ona bir futbol topu veririm, diye tamamlar.

Silahlanmanın Halleri


Her şey en eski zamanlarda insanın avlanmak ve kendini korumak için ilkel bir silah icat etmesiyle başladı. Neden korunmak istiyordu insan? Mistik güçlerden mi? , Doğa olaylarından mı? Yoksa hemcinslerinden mi? Elbette hemcinslerinden… Çünkü doğal halde insan vahşidir. (Boşuna dememiş Hobbes insan insanın kurdudur diye.)
Zamanla evrilen insan zekâsı ile silahlarda gelişmiş ve çeşitlilik göstermiş. Tabi bu öngörüden bihaber zekâlar idrak edememiş olmalı gelecek nesillerin hayatlarında nasıl etkili olacaklarını. Lakin çok sonra anlayanlarda vardır ki biri de meşhur AK –47/74’ ün mucidi olan Mikail Kalaşnikov’dur. Pişmanlığını ‘ insanlara yararlı olacak, çiftçilerin kullanabilecekleri bir makineyi icat etmiş olmayı yeğlerdim, bir çim biçme makinesi örneğin.’ Şeklinde ifade etmiş. Geçti borun pazarı Mikail Efendi… Affedilmeyi mi beklersin? Vicdanınla başın dertte mi?
Bir yandan pişmanlıklarını dile getirenler. Silahsızlanma yolunda çaba gösterenler... Diğer yandan ulusların silah gücü bakımından birbirinden üstün olmak için girdikleri çaba, sanayileşen silah üretimi, silahlanma politikaları yetmezmiş gibi bireysel silahlanma hadisesi… Netice de tetiğe basılmadan önce son nefesini veren milyonlarca insan. Eee bu mudur yani insanlık tarihi kadar esi bir geçmişe sahip olan silahın meziyetlerleri! Suçlu kim? Silahı icat eden zihinler mi? Onu tutan eller mi? Yoksa silahın kendisi mi?

Sonuç:
Konumuzu futbola bağlayalım ve soralım; sahayı arenaya, futbolcuları birer gladyatöre, futbol topunu bir ateş güllesine, yöneticileri en fenasından birer bezirgâna çevirenlerin ne farkı var Mikail Efendi ve onun gibilerden? Biz yalın futbol istiyoruz, şenliğin direkt kendisi olan...

29 Ocak 2009 Perşembe

futbolun köşeleri


Top yuvarlaktır ama futbol köşelidir.
Bundan dolayıdır ki, kendi takımımızı destekleriz.
Bundan dolayıdır ki, kendi tribünlerimize bakarız.
Kimsenin gazına gelmez, kimseye de gaz vermeyiz.
Top yuvarlaktır ama futbol köşelidir ki köşelerimiz vardır, yuvarlanıp gitmeyiz.
Kendi göbeğimizi kendimiz keseriz, kimselerden medet ummayız, köşe başlarını tutma telaşında da olmayız, kendi köşemiz bize yeter, biz oradan da mücadele ederiz.
Top yuvarlaktır, ama futbol köşelidir. Ve fakat futbol bir köşe kapmaca değildir, en azından bize göre değildir.
Köşeyi dönmediğimiz için ve bunun da peşinde olmadığımız için gösterimizi statta ve bez parçalarına bir anlam kazandırarak yaparız.
Köşeli kesilmiş kâğıt parçalarını savururuz ki onları kendi ellerimizle küçük küçük köşeleriz.
Nihayetinde top yuvarlaktır, evet ama futbol kö şe li dir…

26 Ocak 2009 Pazartesi

bir karşı-ilah


Bir Başka Turuncu/ Arjen Robben
“Arjen Robben (Doğumu 23 Ocak 1984 Groningen doğumlu) 1.80cm boyunda Hollandalı futbolcu. Şu anda Real Madrid C.F'de oynamaktadır. Forvet oyuncusu ve kanat oyuncusu olarak görev yapmaktadır. Sürat makinesidir. Sol ayağını mükemmel kullanan bu oyuncu Chelsea'ye geldikten hemen sonra ayağı kırıldığı için bir süre futboldan uzak kalmıştır. Yaklaşık değeri 30.000.000€ dur. Hollanda'da iki kez yılın oyuncusu seçilen Robben, Hollanda Milli Futbol Takımı’nın en önemli oyuncuları içinde yer almaktadır. Real Madrid e 36 milyon Euro ile transfer olarak senenin en pahalı 2. futbolcusu olmuştur.”
______________________________________
Bunlar Arjen Robben’e dair ansiklopedik bilgiler ve her yerde bulunabilir. Fakat yazılanların hiçbiri ve bu yazının kendisi onu futbol perspektifinden anlatmaya yetmez.
• Onun karizması David Beckham’ın artistik bir pazarlama ürünü olmasından farklı bir durum arz ediyor. Evet, hazret kadar “vitrinsel” değil, her bir yoldan da gündeme gelmiyor. Belki saçsız kalmaya başlaması onu futbolunun bir adım gerisine itiyor. Robben enteresan bilekleriyle ve çalımlarıyla “rakip savunmacıların bir talihsizliği” ise bahsettiğimiz fiziki durumu (burada bir “galiba’ demek boynumuzun borcudur) direkt Robben’in talihsizliği olarak kendine dönüyor (bunu, onu televizyondan izleyen bir “his” olarak yazıyorum, yanılma ihtimalim son derece yüksektir). Bu da ondan çalımı fena halde yiyip ters yüz olan rakiplerin bir tesellisi oluyor: Evet, bizi fena benzetti, lakin bu anda yolacak saçlarımız var bizim, hiç olmazsa: ))
Bilmiyoruz oralarda böyle bir avuntunun olup olmadığını. Ama bildiğimiz bir şey varsa o da Robben’in izlenmeye fazlasıyla değer bir oyuncu olduğudur. Oyunculuğu da doğrudan futbola dairdir. En azından izlediğimiz maçlarında, onun futbolundan başka bir şeyle ilgilenmediğine tanık olduk. Bir başka talihsizliği ve işte asıl talihsizliği de sıkça sakatlanmasından kaynaklanan “cam adam”lığıdır. Ama işte hiçbir tehdit onu futbolunda, geride bir yere sabitleyememektedir. Ve Robben topu her aldığında, futbol ilahlarını çıldırtırcasına, 90 dakikanın kaderini değiştirebilecek bir karşı-ilah olduğunu göstermektedir. Ateşi tanrılardan çalan Prometheus gibi. Ve işte bunun cezası da belki de bir futbol ölümsüzü olmasını engelleyebilecek “cam adam”lığıdır…

25 Ocak 2009 Pazar

Romario’dan Torres’e

Perşembe akşamlarıydı özlenen. Sevgili TRT 2’de beden buluyordu,’Avrupa’dan Futbol’ ismiyle. Bir benzerine rastlamadığımız giriş müziği, Takla atan mavi formalı futbolcu, sağ ayak dışıyla doksana atılan gol, İngiltere ligi, Serie A... Cantona’yı ilk orada gördüm. Favori ekürim Collymoore-Fowler, saygı duyduğum Shearer’dı. Baggio yerini Del Pieroya bırakmadan önce Gullit golleri sıralardı.’Avrupa’dan Futbol’un hatırlattıklarıyla kişisel tarihimden golcülere dair…
Benim için Türkçede gol Tanju demekken, bir cumartesi akşamı TRT 3’te göğüs reklâmı almamış, çubuklu bordo-mavide Romario ile tanıştım. ”Top bizdeyken, gol yememize imkân yok bunun yanında her an gol atabiliriz” diyen adamın çalıştırdığı takım, rakip takımı ceza sahasına hapsedip, sayısı yirmilere ulaşan pas yapıyordu. Pas trafiği sırasında aniden, bu çelimsiz, kısa boylu ama pire gibi çabuk adam, verkaçtan gelen topu sağ ayak içiyle önüne alıp, kaleciyle karşı karşıya kalıyordu. Belki hava toplarında, ceza sahası dışında, güç oyunlarında yoktu, fakat O bir son vuruşçuydu. Eindhoven’dan gelip Brezilya’ya giderken formasını yine Eindhoven’dan gelen, adı da ‘R’ ile başlayan müthiş bir yeteneğe bırakıyordu.”Daha hızlı top süren ve çalım atabilen birini görmedim”. Bobby Robson, Ronaldo orta sahadan aldığı topla beş kişiyi çalımlayıp golü atınca önce şaşkınlıktan saçlarını çekiyor sonra da yukarıdaki lafı ediyordu. Sırtı kaleye dönük oynamak ve hava toplarına çıkmak dışında ki bütün özelliklere sahip olan Ronaldo bir zirveydi, Henry ve Şeva’nın çok yaklaşacağı ama asla ulaşamayacağı…

Sonraları, çok sevdiğim Doğan Koloğlu’nun da etkisiyle,
pek sevmediğim bir dönem başladı. Amoruso, Del Piero, Cole, Elber gibi topla yetenekli, son vuruşları düzgün çalım atabilen, çabuk ama savunma sevmeyen, fizik olarak çok güçlü olmayan forvetlerin yanında Koller, Boksiç, Sheringham, Jancker, Bierhoff gibi irikıyım kuleleri görmeye başladık. Kuleler top sür-e-miyorlardı, şut çekmiyorlardı, çalım atamıyorlardı. Sırtlarını kaleye dönüp, arkalarında ki oyuncuya şarj yapıp, koridor oluşturuyorlar, orta saha veya kanatlardan gönderilen topları kafayla ya da göğüsle partnerlerine indiriyorlardı. Jancker’gillerin birkaç sene sonra Morientes, Trezeguet, Toni’lere evrilmesiyle sıkıntılı dönemi atlatacaktık. (Belki de bu dönemin etkisiyle ülkemizde son 25 yılın kadrosuna Tanju-Hakan Şükür ikilisi seçildi)

Futbol filozofu Lobanovsky’nin (Ulus Baker’in ruhuna selam olsun) dünyaya elveda demeden önceki son hediyesiydi Shevckenko. Açtığı koridordan Henry, Anelka, Larsson koşar adımlarla geldi. Hem son vuruş ustası olmak, hem de çok iyi top sürüp (genelde sol içten kaleye doğru) çalım atmak daha önce de vardı. Olmayansa ceza sahası içindeki itiş kakışta diri kalmak ve hava toplarına çıkmaktı. Durdurmak için yapılabilecek tek şey, ilk topa girip topla buluşmasını engellemekti çünkü tek eksiği, sırtı kaleye dönük oynayamamasıydı.

‘Eric –the king-Cantona’, sağ elini havaya kaldırıp sevinen usta Shearer, Liverpool’un (benim için) en büyük efsanesi Fowler, İtalya’dan adaya gelen Zola ve Bergkamp estetiği herhangi bir kategoriye sığmayacak güzelliklerdi. Tuhaflıklar da oldu: Cruyff Barcelona’sında Meho Kodro, yürümekte zorlanan Real Madrid avcısı Jardel gibi.

Bugüne geldiğimizdeyse:
Ibrahimoviç, Eto’o, Rooney, Torres, Adebayor her türlü güç oyununda ayakta kalabiliyorlar. Hem sırtı hem de yüzü kaleye dönük oynayabiliyorlar. Henry gibi top sürüp, Ronaldo gibi çalım atıyor, Koller ve Zola gibi de servis yapıyorlar. Depar halinde topla buluşurlarsa durdurulmaları imkânsız.

Tek forvet mi çift forvet mi? Geçelim efendim, hücum oyunu mu savunma oyunu mu oynamak istiyorsunuz, bu oyuncularla ikisi de mümkün. Ligimizden Mehmet Yıldız’ın Rooney’i, Holosko’nun Torres’i örnek alması, Bobo ve Baros’un da yavaş yavaş eski çizgilerine gelmesi dileğiyle. Umarım ‘El Kun’ Aguerro, Bojan Krkiç, Benzema çıtayı daha da yükseltir. Ne de olsa en güzel günler henüz yaşamadıklarımızdır.

(Yazı, hiç izlemeden çok sevdiğim Metin Oktay’a adanmıştır.)

24 Ocak 2009 Cumartesi

Messi ve Altyapı Meselesi


Ligimizde kaç takımın altyapısı, A takımla aynı kanat hücumlarını, aynı alan savunmasını, aynı duran top taktiğini çalışıyor acaba? Beşiktaş PAF takımı antrenörü Sarp Yiğit, Ertuğrul Sağlam’ın blok halinde, risksiz, orta sahayı ön planda tutan anlayışına göre mi yoksa Mustafa Denizli’nin merkezsiz, sistemsiz, herkesin yerinin her an değişebildiği oyun içi sürprize dayalı anlayışına göre mi antrenman yaptırıyor? Günümüzde futbolun en önemli sanatçılarından olan Messi altı yıl önce Gençlerbirliği altyapısında olsaydı, altı ay önceki Avrupa Şampiyonasında milli takımımızın kadrosunda olma şansı yüzde kaçtı?

Takımlarımızın düşünce yapısı
istikrar kelimesiyle 180 derecelik açı yaparken, 17 yaşında olmasına rağmen Chelsea ve Manchester City ‘nin ilgisini çekmiş Abdülkadir Kayalı’yı para kazandırmadan Ankaragücü’nden ayrılmayı düşünüyor, FB ile görüşüyor diye suçlayabilir miyiz? Kendinizi, FIFA’nın geleceğin on büyük yıldız adayından diye bahsettiği Abdülkadir’in yerine koyun. Geçen sene Briegel, sonrasında Hakan Kutlu, beş haftalık Ünal Karaman şimdi de…(herhalde Hikmet Karaman ya da Yılmaz Vural olur. Nöbetçiler TFF kayıtlarına göre şu anda boştalar da).On beş ayda dördüncü teknik adam gelecek te sizin eksikleriniz üzerine düşünüp, kafa yoracak ta, “senin bölgendeki usta Gerrard, şunları yaparsan O’nun seviyesine çıkabilirsin” diyecek de. Ölme eşeğim yaz gelsin.

Kulüp zaten Cemal Aydın’la Melih Gökçek’in oyuncağı olmuş. Madalyonun diğer yüzüne bakarsak, iş garantileri yokken kendilerinin de geleceği patronun (pardon kulüp başkanının diyecektim) iki dudağı arasındayken ne ölçüde hocaları suçlama hakkına sahibiz? Belki de soruyu şöyle sormalıyım: Wenger sonraki seneye nerde olacağını bilmeseydi Fabregas’ın dünyanın en iyi merkez oyuncusu olması için emek harcar mıydı?

Yönetimler teknik adamlarla birer yıllık anlaşma yapınca, teknik adamlar da günü kurtarma telaşına düşüp, genç ve yetenekli futbolcuların oynayarak yetişmesine, güçlenmesine emek harcamaktansa Kocaelispor gibi tecrübeli toplama takımlar kuruyorlar. Olması gereken altyapı-A takım köprüsünün ayakları havada kalıyor. Özellikle Anadolu kulüpleri, zamanı gelince yıldız futbolcu adayını iyi bir transfer bedeliyle daha büyük kulübe göndermeli, giden yıldızın yerini genç, yıldız ve paf takımında aynı sistemle, aynı pozisyonda oynamış genç futbolcusuyla doldurmayı düşünmeli.

şiddet


“Sporda şiddet olaylarına saldırganlık dürtüsünü bastıramayan, denetlemeyen, günlük hayatında amaç ve beklentilerine ulaşamayan, yeterince sosyalleşmemiş; benlik, kimlik, kişilik bunalımı içinde gençlerin yol açtığı bilinmektedir.
Bu tip kişilik yapısında olan gençler, taraftarı oldukları takımla, takımın renkleriyle bütünleşir, özdeşleşirler. Tüm amaçlarını, beklentilerini takımın gücüne, üstünlüğüne, galip gelmesine bağlarlar. Taraftarı oldukları takımın fedailiğini yaparak toplumda yer ve rol kazandıklarına inanırlar. Tuttukları takımların uğruna, saldırganlığı ve şiddeti saygınlık simgesi olarak görürler. İçinde bulundukları alt kültürün, grubun, sosyal kesimin yarattığı boyun eğme, uyma, korkutma, sindirme, sosyal hızlanma ve riske girme gibi süreçlerin etkisi altında, saldırganlığı ve şiddeti, bağlı oldukları renklerin ortak değeri olarak benimserler. Diğer takımlara ve rakiplere aşırı bir düşmanlık besler ve kendilerini toplumdan soyutlarlar.

Sporda saldırganlık ve şiddet olaylarında kitle psikolojisinin rolü büyüktür. Tek başına hiçbir kötülüğü yapamayan kişi, kitle içindeyken her şeyi yapacak bir güçte olduğunu hisseder ve önüne gelen her engeli kolayca tahrip eder, yakar, yıkar(Doğan Moralı).
Örneğin; maçlardan önce, kulüp başkan ya da sözcüleri, karşı kulübe ve taraftarlarına yönelik sözlü saldırı ve kışkırtıcı davranışları, maç sırasında taraftarların gösteri ve tezahüratları, oyuncuların sert davranışları, amigoların kışkırtmaları, bilerek bilmeyerek hakemlerin hatalı sanılan kararları, tartışmalı durumlar, spor yazar ve yorumcularının taraflı, kırıcı, yanlış ve sert yorumları, özellikle özel televizyon kanallarının reyting uğruna federasyonu, hakemleri, kulüpleri suçlayan yayınları, sporda saldırgan davranışlara ve şiddet eylemlerine açık davetiye çıkartmaktadır (Köknel).

tribün deyimleri



Bu Maçı Alacağız
Toplu bir ayindir söz konusu olan. “tek”ler gitmiş, kitle müdahil olmuştur. Tribünden gelen bireysel çıkışlar işlevsiz ve dolayısıyla anlamsızlaşmıştır. Son bir ayar gerekiyordur sahaya. Mesaj kendi futbolcusunadır, rakibedir, yöneticileredir, hakemleredir, futbolun tüm muhataplarınadır.

Bu maçı alacağız…

________________________________________

Tabi iş, tribünün bu hamlesine kadar gelmişse, takımın da o tribünü ateşleyen bir temposu mutlaka vardır. (Ama onca kötü gidişten sonra bıçak kemiğe dayanmışken maçın hemen başında yapılabilen bu hamle tribündeki yoğun beklentinin bir işareti olarak da değerlendirilmelidir.) Tribün, “kaybolduğuna” hükmettiği bir maç için asla bu “sloganvari” tezahüratı atmaz.

*2. yarının ortalarında görünür daha çok,

*Çünkü kırılma anı o vakitlerdir maçın.

*Takım beraberliği yakalamıştır veya bastırırken talihsiz bir gol yemiştir,

*Hatta hakemin bir arızası yakmıştır takımı…

*Ki bu dakikalarda yüksel ihtimalle, maçın ve tribünlerin tadına doyulmaz.

*Maça asılmanın en agresif olmasa da “kararlı” bir yolu.

“Tek yol devrim!” der gibi bir şey; bu maçı alacağız, başka yolu yok!

tutkudan nefrete


Başka Dost Yok (veya Düşman)

Fanatizm, holiganlık, forma aşkı evrensel “futbol coğrafyasında” genelde aynı, özelde küçük farklılıklar gösterir. Alınganlıklarından tezahüratlarına kadar, futbolcu-yönetici-taraftar-hakem ilişkilerine kadar, dost takımlardan düşman tribünlere kadar bir yumak "topaklar". Binlerce kilometre uzunluğunda da olsa o yumağı aynı yekpare ip oluşturur.

* Futboldaki ticaret-siyaset ve şiddet de öyledir.
* Dünyanın her tarafından gelen görüntülerde amatörden profesyonele dek birçok sahada, hakeme saldıran seyirci görmüşüzdür.
* Sahaya atlayanlara futbol izleyen herkes her yerde rastlamıştır.
* Kendi takımını protesto etmek, hatta futbolcusuna saldıran taraftar olmak pek yerel bir vaka olmasa gerek (bu anlamda suç işleyenlerin “kulak çekme” ötesinde bir cezayla karşılaşmamış olmaları da bu aynılığın parçacıklarıdır.).
* 1985 Bürükse- Heysel faciası, 39 taraftarın ölümü, 200’den fazla yaralı dün gibi akıllardadır.
* Bir Kayserispor-Sivasspor maçında çoğu bıçaklanarak öldürülen 42 insan, 600’den fazla yaralı belgelerdedir hala.
* Durumun hazin yanı, dünyanın he yerin taraftar benzer hislerle, kendi takımlarına duydukları aşkla yapar bunları.
* Sloganlar, marşlar, sıfatlar bildiğimiz birçok yolla ve ışık hızını eski bir deyim olarak bırakıp yayılır evrene.

Futbolun içindeki iyi kötü her şey, kralını tanımadan ve tabiatına uygun bir biçimde en cılız tribünlerde bile kolayca beden buluyorken futbolun halet-i ruhiyesini “özgüleştirmek” kanımca boş bir iş olur. Sevinçler, öfkeler, örgütlenmeler, sorunlar benzerlik gösterirken sonuçlarına katlanmak da kulüpler açısından bu aynılıktan nasibini almıştır. Örneğin dünyada, boş tribüne oynamayan takım yok gibidir.

* Futbola egemen olmuş ve futbolu taraftarın elinden almış çeşitli çıkar grupları da futbolu başka bir şey haline getirmiştir. Dönen para akıllara durgunluk verecek cinsteyken “birilerinin” bu alanda kayıtsız kalmalarını beklemek, futbolun hala forma aşkıyla oynandığını zannetmek kadar “safça” olur.
* Bildiğimiz bir benzetmeyle, futbol sahaları bir arenaysa, ölümüne dövüştürülen futbolcular da buna göre birer gladyatörse, işin bedelini de bu anlamda ödemek kaçınılmaz oluyor. Bu bedel de futbolun tüm halleriyle “başkalaşmasından” başka bir şey değildir.

Arjantin’de barrabrovalar (vahşi çeteler) olarak bilinen holiganların korkulan bir grup olduğu, bunların karıştığı olaylarda onlarca insan öldüğü, kulüplerle karşılıklı çıkar ilişkileri içinde oldukları, mafya gibi hareket ettikleri için genelde paçayı kurtardıkları, sadece saha işgalleri ve tribün kavgaları değil sahne arkasında da iş yaptıkları (bknz. Futbolun Karhanesi, Craig McGill, İtaki Y. S. 218) kayıtlarla sabittir.

Futbolun hakiki ömrü olan ve bir sinema filmi meşrebinde seyreden o 90 dakika içinde her şey neden-sonuç ilişkileri içinde yaşanırken aktörler de role uygun davranışlar gösterir; futbolcular, taraftarlar, yöneticiler, hakemler, federasyonlar, televizyonlar, gazeteler…

* Süreçte de futbolun asıl sahipleri olan “ortalama” taraftar dönüştürülüyor, evriliyor, çevriliyor. Bu neden olur, nasıl olur yukarıda kısmen tartışıldı. Süremizi aşan bir mevzudur bu…
* Ama o “en çok olması gereken” taraftar tipi el birliğiyle yok ediliyor. Ya tribünlerden çekiliyor ya da tutkularını nefrete devredip birer tribün canavarı oluyorlar. Yani olduruluyorlar.

Ve futbol âleminde hal böyleyken, BJK Başkanı Yıldırım Demirören: “Beşiktaş’ın Beşiktaşlıdan başka dostu yok!” diyor. Böyle diyor.

kaka


Ki hayalimizin, uğraşmaya mecalinin yetmeyeceği bir parayı elinin tersiyle itiyorsa Kaka, paranın her şey olmadığının hatta “hiçbir şey” olduğunun bir dömivolesinin fotoğrafını veriyorsa, zarifçe; bizim adımıza belki “Amerikan Uşağı Arap Şeyhleri”ne “gidin bu parayı Filistin’i imar etmek için harcayın” mesajı veriyorsa /veya biz bir mesaj tahayyül edip bu mesajı da böyle algılıyorsak, ne önemi var şimdi bunun, durumun gerçekliği değişmediği sürece Kaka’nın bu şiirsel davranışını biz pek ala böyle de yorumlarız, sanatsal bir durum söz konusudur çünkü/ bir anlamda “bedenlere sahip olabilirsiniz ama ruhlara asla” diyorsa ve şık bir bilek hareketiyle bedeni de kurtarıyorsa ve hatta muhatabının belinden su alıyorsa, para üzerine şekillenmiş şu futbol sektörseline bir beşlik yapıyorsa yani bacak arası, bizler buna içimizden ve de bloglarımızdan bir “oley” çekiyorsak; formaların kutsallığının namusu, bir parça da olsa kurtarılıyorsa böylece, evet mesleği futbolculuk olan yani bu “işten” geçimini sağlayan futbolcu kardeşlerimize derslik bir hareket gösteriyorsa, bir şeyler öğretiyorsa, tam da jeneriklik bir hareketse bu üstelik; Boggio’nun, Juventus formasını giyerken Fiorentina’ya penaltı atmayı reddetmesini, Sabotiç’in Adanaspor’a gol atmaya yanaşmamasını, Ali Beykoz’un Adanaspor’dan ayrıldıktan sonra Bursa formasıyla çıktığı maçta tüm tribün tarafından alkışlanmasını, Ali Beykoz’un çimleri öpmesini, ağlamasını (siz kendi futbol tarihinizden bu tür incelikleri ekleyiniz), bizim bu fakir futbol heveskarlığımızı daha anlamlı kılıyorsa, böylece efsaneden gerçeğe fuleli bir geçiş yapıyorsa ve birileri bu davranış üzerine keyifli yazılar yazıyorsa, hem futbol denen “olgu” hem taraftarlık hem de bilumum futbol yöneticiliği için umut vardır.

Bu umudun adı da şöyle olsun o zaman “Kaka’lamak” … Kelimenin Türkçemizdeki anlamlarıyla değil ama, belki yeni futbol düzeninin evrensel anlamıyla umudun adı olsun “Kaka’lamak”. Ve Anadolu takımlarının yıldız adayı oyuncuları bu manzaraya üç beş dakika düşünerek baksın.

Ve bu olay, formanın paraya karşı kazandığı önemli bir mevzi olsun!

11 Ocak 2009 Pazar

futbolinka


Cemal Süreya'nın Üvercinika'sı gibidir biz de futbol ve futbolinka, bir şiir hayalinde fakat gerçeklerin yalınlığında...
...
"Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dâhil"
...
Cemal Süreya/Üvercinika